"Rob, gerçekten orada yazanı okuyamıyor musun?" diye sordu okuldaki en yakın arkadaşım Louis. Sonra, ben daha cevap veremeden ekledi... "Ah, tabii ya! Senin beynin başka bir dile ayarlı unutmuşum."
"Ne?" dedim şaşkınlıkla. Louis, arada böyle anlayamadığım şeyler söylerdi.
"Yani demek istediğim... Sende disleksi ve DEHB var, ondan okuyamıyorsun."
"Evet dostum, artık söylesen ne yazdığını..."
Bir okul gezisine çıkmak için hazırlanıyorduk. Nereye gideceğimize dair bir fikrim yoktu, elimize bir broşür tutuşturmuşlardı sadece. Tabii ben, yazıları okumakta zorluk çektiğimden, kağıdı uçak yapmanın daha iyi olacağına karar vermiştim.
"Ah, afedersin. Orada aynen şöyle yazıyor: New York Müzesi." dedi Louis.
Harika! dedim içimden otobüse binerken. Sıkıcı bir müze gezisine daha çıkıyorduk. Sorunlu bir çocuk olmak gerçekten zordu. Bir önceki okulumdan müzedeki bir tarihi eseri kırdığım için atılmıştım. Şansa bakın, hemen ardımdan da Louis, davranış kurallarını ihlal ettiğinden atılmış ve benimle yeni bir okula başlamıştı. Tuhaftı... sanki sürekli yanımda olması gerekirmiş gibi davranıyordu, tam dört okuldur beni takip ediyordu. Sanırım çocuktaki sorunu çözmüştüm, tuhaf ve sorunluydu ve... bilmiyorum işte, şaşkın tipine ve komik hareketlerine rağmen, benim yakın korumam gibi davranıyordu. Bu durum beni rahatsız ettiğinden, fazla düşünmemeye çalışıyordum. Ne kadar garip olsa da o benim tek dostumdu.
Fazlasıyla geçimsiz biriydim. İnsanlara karşı çok çabuk kin beslerdim, kendimi onlardan üstün görürdüm. Böyle olmak hoşuma gidiyordu. Bu... benim doğamda vardı. Annemin de hep dediği gibi: Kim olduğunu bile bilmediğim babama çekmiştim. Annem... onu bir yıldan fazla süredir görmüyordum. Benim için her zaman mükemmel bir ebeveyn olmuştu ama, onu kesinlikle hak etmiyordum.
Derin düşüncelere dalmışken, Louis'in omzumu dürtmesiyle kendime geldim. "Hadi dostum, müzeye geldik."
Başımı sallayıp onun ardından otobüsten indim. İç karartıcı müzeye ve etrafıma şöyle bir bakındım... Ve gözüme, birşey takıldı. Offf! Halisülasyonlar yine mi başlıyordu? Müzenin yan tarafında, kükreyen devasa bir Aslan vardı! Altın sarısı ve parlak tüylüydü. Ve... hızla üzerime doğru gelmeye başlamıştı! Gözlerimi kırpıp tekrar açtım ama bir değişiklik olmadı. Bunun bir hayal olduğundan emin olmak için -çünkü çok gerçekçiydi- Louis'e sordum.
"Dostum, şu tarafta bana doğru gelen dev bir aslan görmüyorsun değil mi?"
Louis, yavaşça dönüp o tarafa baktı ve birden nefesi kesildi, morarmaya başladı. Ne? O... gerçek miydi?
"Çok yakınımızda, kaçmak bir işe yaramaz. Korkarım savaşmak zorundayız! Ahhh... Birgün bunun olacağını biliyordum!"
"Neyin olacağını? Onu sen de görüyor musun cidden?"
"Bak dostum, çok az zamanımız var onun için beni iyi dinle, o Nemea Aslanı. Öldürmenin tek yolu da ağzına kılıç saplaman. Sana geçen yıl hediye ettiğim saat bileğinde değil mi?"
'Evet' anlamında başımı salladım.
"Asla basma dediğim tuşu hatırlıyor musun? Şimdi ona basmanın zamanı geldi."
Pekala, her zaman o gizemli tuşa basmak istemiştim zaten... Ama garip olan, üstümüze dev bir aslan gelirken saatimle oynamamın ne yararı olacağıydı...
Tabii, tuşa basar basmaz sorumun cevabını öğrendim. Dijital saat birden simsiyah, devasa bir kılıca dönüştü!
"Bu nasıl mümkün ol-" derken, Louis sözümü kesti ve cümlem yarım kaldı.
"Rob, garip olduğunu biliyorum. O saati sana vermemi benden baban istemişti. Baban... Neyse, bunu sonra konuşuruz. Ben aslanı oyalarken kılıcı ağzına saplamaya bak!
Louis babamı nerden tanıyordu? Onu daha ben tanımıyordum! Bir kabus mu görüyordum acaba? Yaşadığımız dünyada canavarlar olmazdı... Düşüncelerim Louis'in tuhaf hareketiyle bozuldu, pantolonunu çıkarıyordu!
"Ne yaptığını sanıyorsun sen?" diye bağırdım ve sonra şoka girdim, Louis'in alt tarafı bir keçiydi! Sonra şapkasını fırlatıp attı ve başındaki boynuzları gördüm. Yok, ben kesin kabus görüyordum. Berbat bir kabus.
Dostum çantasını açıp içinden bir kaval çıkardı ve onu çalmaya başladı. Şaşkınlıkla onu izlemeye devam ediyordum ki, korkunç hırıltı dikkatimi aslana yönlendirdi. Sanırım en mantıklısı, aslan Louis'i yemeden önce, onu öldürmemdi. Keçi adamın dediğini hatırladım, ağzını hedef almam lazımdı.
Herşey çok hızlı gelişmeye başladı. Louis değişik, sihirli gibi bir ezgi tutturdu ve son sürat üzerine koşan canavarın durup feci biçimde kükremesine yol açtı. Bu tek şansım olabilirdi. Hiç düşünmeden aslanın üzerine atladım ve boynuna doğru tırmanmaya başladım. Kendi etrafında dönmeye, beni üzerinden atmaya çalışıyordu ama ona sımsıkı tutunmuştum.
Tekrar korkunç bir şekilde kükremeye başladı ve BUM! kafasının üstüne çıkıp devasa kılıcımı ağzına sapladım! Sonra, aslan bir toz bulutuna dönüştü, tek elimle kavradığım tüyleri garip bir kürke dönüştü, ben de yere yapıştım ve... sonrasını hatırlamıyorum, bayıldım.