Aldığım nefes ciğerlerimi yakıyordu. Ayaklarım artık kendileri hareket ediyorlardı, bağımsız, isteksiz, sürerlilik kazanmış bir gerçeklik doğrultusunda. Arkama bakmama gerek yoktu, ezilen dalların ve hışırdayan güz yapraklarının sesleri bana hala orada olduğunu sesleniyordu. Andrew’in hızlı nefes alış verişinden eleyerek duyabildiklerim bunlarla sınırlıydı. O da yanımda koşuyor, topraktan çıkmış çınar köklerinin üzerinden atlıyor, ne olursa olsun düşerse işinin biteceğini bildiği için ölümüne bir dikkatle koşuyordu. Ölümüne koşuyordu…
Peşimizdeki Mantikor, kendisini rahatsız etmek istediğimizi nerden de düşünmüşse artık, ortalama bir kilometredir kovalıyordu bizi. Bırakmayı düşünmüyor gibiydi. Gittikçe yavaşlayan hızım, yorulan ayaklarım beni daha da yaklaştırıyordu Mantikor’a. Andrew için de aynı şey geçerliydi tabii ki. Böyle devam edemezdik, ‘’Andrew dur, savaşmalıyız…’’ Bu ikimizin de bildiği gerçeği yüzümüze vurmak gibi olmuştu, nitekim sonsuza dek bu canavardan kaçamazdık. Korkularımızdan bile sonsuza dek kaçamıyorduk ki, onlarla dahi eninde sonunda yüzleşmek zorunda kalıyorduk.
Yavaşladım ve durdum, Andrew çoktan durmuş Mantikor’u beklerken soluklanıyor, nefesini düzenleyip savaş pozisyonuna geçmeye çalışıyordu. Hermes oğlu olan Andrew her zaman yakın arkadaşım olmuştu, her anımda benden önce o atlıyordu tehlikeye. Dostumdu... Mantikor’un sesi geliyor, kendisi daha ortalıkta görünmüyordu. Andrew’i gözden geçirdim, savaş anında ne kadar başarı elde edebileceğini tarttım, kendimi ona göre öne sürecektim. Sarı, kaşlarına kadar inen saçları terden sırılsıklam olmuş, alnına yapışmıştı. Şakağından ufak bir ter damlası yanağına, oradan da çenesine doğru kavisli biçimde ilerliyordu narin yüz hatlarında. T-shirt’ü terden birkaç ton koyulaşmış, kaçarken takıldığı dallar nedeniyle yırtık pırtık içindeydi. Kendimin çok daha mükemmel göründüğünü iddia edemezdim tabii.
Ağaçların arasından hızla koşturan Mantikor, dosdoğru üstümüze geliyordu. Bir buçuk metre civarında olmasından çıkardığım sonuca göre daha küçüktü ancak yine de bizi tek patisiyle parçalayabilecek gibi görünen bir kedicikti. Bizden beş metre kadar ileride dökülen yapraklar ve yeri kaplamış yosun tabakası nedeniyle kayarak durdu. Önce bir gerindi ve akrep kuyruğunu titretti. Kuyruğun ucundaki iğneye güneş ışığı vuruyor, onu parlatıyordu. Uzunca bir gerinmenin ardından tüm yorgunluğunu atmışçasına kehribar renkli gözlerini bize çevirdi. Mantıklı bir insanın beş yaşındaki çocuğun esprilerine yarım saatten fazla katlandığında yüzünde oluşabilecek o baygın, sıkkın ve küçümseyen bakışla süzdü bizi. Andrew yavaşça kılıcını çekti, ama bu Mantikor’un dikkatini çekmişti. Ağzını açarak havada yarım daire şeklinde bir kafa hareketiyle kükredi ve Andrew’in üstüne atladı. Hermes’ten aldığı yetenekler sayesinde hiç zorlanmadan yana kayan dostumun rakibi havayı yakaladı. Tek kazancı bir miktar hava değildi Mantikor’un. Aynı zamanda Andrew’in yana kayarken kılıcını açmasıyla baldırında kan sızan bir yaraya da sahip olmuştu kedicik. Bu onu sinirlendirmişe benziyordu, zira başını çevirdiği anda tekrar Andrew’in üstüne atladı. Bu sefer de Andrew kendini ters bir şekilde yere atarak hayvanı arka üstü devirdi. Ancak toparlanması uzun sürmemişti ve artık saldırı menzilindeki Andrew değil bendim. Üstüme doğru koşturan kedicikten kurtulmamın tek yolu zıplamaktı, ben de öyle yaptım. Babam Aelous olduğu için rüzgarı kullanarak normal bir insandan çok daha yükseğe zıplayabiliyordum. Altımdan geçen Mantikor, kafasına attığım tekmeyle daha da sersemlemişti. Bense bu arada yelpazelerimi çıkaracak zamanı hala bulamamıştım. Kedicik döndü ve bu sefer bana hiç göstermemesi gereken bir yanını gösterdi, akrep tarafını. Kuyruğunu diktiğinde ne yaptığından bihaber öylece saldırmasını bekliyordum. Andrew yanımdaydı ancak Mantikor’un ayaklarına bakıyor, muhtemelen bir plan düşünüyordu. Mantikor kuyruğunu hareket ettirdiğinde artık anlamak için çok geçti. Zehirli bir ok son sürat üzerime doğru geliyordu, kazamazdım, hem kilitlenmiştim, hem de zamanım yetmezdi. Mantikor’un okları zehirli olduğu için sıyırsa dahi ölürdüm. Gözlerim kapalı ölümü beklerken bir rüzgâr, ardından yere yığılan bir bedenin sesini işittim. Gözlerimi açtığımda ayaklarımın dibinde yatan Andrew göğsünde koskoca bir iğneyle bana bakıyor, gülümsüyordu.
Ne yapacağımı kestirememiştim. Elim ayağım titriyordu. Andrew, kardeşim, dostum arkadaşım... Kalbinden Mantikor’un zehirli iğnesiyle vurulan bir insan en fazla beş dakika yaşardı, o da bunun daha küçük bir Mantikor olmasından kaynaklanıyordu.
Tek hissedebildiğim şey nefretti. İntikam duygusu gözümü kör etmiş, tüm masumiyetimi gözümden akan yaşlarla söküp almıştı kalbimden. Mantikor karşımda durup saldırmamı bekliyordu. Oysa ben ne yaptığımın farkına bile varmadan havaya dönüşmüştüm. Şaşkınlığı yüzünden okunan kediciğin üstümde biçimlenerek çoktan elimdeki yelpazeyle sırtında bir yarık açmıştım bile, bana doğru hızla gelen akrep kuyruğunu bir yelpazemle bloke ederken diğer yelpazemle kuyruğuna saldırdım. Derin bir yarık açtığım kuyruğundan yeşil renk bir sıvı akıyor, yerde üzerine damladığı yapraklardan duman çıkarıyordu. Hayvan kıvranarak kendini yere attı, ben de sırtından düştüm dolayısıyla. O kalkmaya çalışırken ben çoktan ayaktaydım ve yorulmuş olmama rağmen hala intikamın tadıyla dişlerimi gıcırdatıyordum. Bir an dikkatim dağılıp Andrew’e baktım. Hala yavaşça inip kalkan göğsü bana yaşadığını beyan ediyordu. Ancak bu dikkat dağılması Mantikor için yeterli bir zamandı, üzerime atlamış koluma pençeleriyle kocaman dört adet hatıra izi bırakmıştı. Beni altına almış, kurtulmamı imkânsız kılacak şekilde üzerime ağırlığını vermişti. Tek çarem beni çok güçsüz bırakacağını bilsem de havaya dönüşmekti. Bunu bir an önce bitirmeliydim. Havaya dönüştüm ve mümkün olan en kısa mesafeye, yani hayvanın boğazına gittim. Neredeyse hiç yer değiştirmemiştim ancak onun beni tutan ağarlığından kurtulmuştum. Biçimlendiğimdeyse Mantikor bunu çoktan fark etmiş kafasını aşağı indirerek yüzüme doğru bir hamlede bulunmuştu bile. Yelpazeyi havaya kaldırmamla hayvanın kesilen dudaklarından birkaç damla kan yanıma, yere damladı. Diğer yelpazem hala boştaydı ve onu hayvanın boğazını kesmek için kullandım. Kanlar içinde üzerime yığılan hayvanı kenara ittirdiğim gibi Andrew’in yanına koştum.
Dostumun yüzü beyazlamış, dudakları morarmıştı ve gözlerindeki yaşam ışığı artık görünmüyordu. Zehir etkisini çoktan göstermiş onu çoktan öldürmüştü. Andrew’in yanına çöktüm ve kafasını kucağıma aldım. Tek yapabildiğim ağlamaktı ve hayatımda ilk kez tanrılara
lanet ettim…