Çıkış tarihine aralık diyenleri duydum ama bir sürprizle de karşılaşabiliriz...
Okurken iyi eğlenceler, yorumlarınızı bekliyorum
BÖLÜM I
JASON Elektrik çarpması olayından önce bile Jason berbat bir gün geçiriyordu.
Bir okul otobüsünün arka koltuğunda açtı gözlerini, nerede olduğunu
bilmiyor, tanımadığı bir kızın elini tutuyordu. Ama işin esas sevimsiz
kısmı bu değildi. Kız hoş bir kızdı ama Jason, kızın kim olduğunu ya da
kendisinin orada ne aradığını bilmiyordu. Doğrulup gözlerini ovuşturdu,
düşünmeye çalıştı.
Önündeki koltuklarda bir sürü çocuk oturuyordu, kimileri iPod’unda
müzik dinliyor, kimileri konuşuyor, kimileri de uyuyordu. Hepsi Jason’ın
yaşlarında gibiydi... on beş mi? On altı mı? Pekala, bu durum biraz
ürkütücüydü. Jason kaç yaşında olduğunu bile bilmiyordu şimdi.
Otobüs engebeli bir yolda ilerliyordu. Pencerelerin ötesinde, parlak,
masmavi bir gökyüzünün altında bir çöl uzanıyordu. Jason, çölde
yaşamadığından bayağı emindi. İyice hatırlamaya çalıştı... hatırladığı
en son şey...
Kız elini sıktı. “Jason, iyi misin?”
Kızın üzerinde taşlanmış bir kot pantolon, dağcı botları ve yün bir
kayak montu vardı. Çikolata kahverengisi saçları kırpık kırpık, kat kat
kesilmişti, yüzünün iki yanından inen ince saç örgülerinin üzerinde
boncuklar vardı. Yüzünde hiç makyaj yoktu, sanki dikkati kendine
çekmemeye çalışıyor gibiydi ama bunun pek işe yaradığı söylenemezdi. Kız
gerçekten çok hoştu. Gözlerinin rengi tıpkı bir kaleydoskoptaki gibi
renk değiştiriyordu ‒kahverengi, mavi, yeşil.
Jason kızın elini bıraktı. “Şey, ben‒”
Otobüsün önünden bir öğretmen bağırdı. “Pekala şekerler, beni
dinleyin!”
Bu adam besbelli bir koçtu. Beysbol kepini alnına indirmişti, bu yüzden
alnı yerine sadece minicik gözleri görünüyordu. İncecik bir keçi sakalı
vardı ve sanki az önce küflü bir şey yemiş gibi yüzünü ekşitmişti.
Kaslı kolları ve göğsü, parlak turuncu tişörtünün altından belli
oluyordu. Naylon eşofmanı ve Nike ayakkabıları bembeyazdı, üzerlerinde
tek bir leke bile yoktu. Boynunda bir düdük asılıydı ve kemerine de bir
megafon takmıştı. Boyu 1.50 olmasa epey korkutucu bir görüntüsü
olabilirdi. Otobüsün koridorunda dikilince çocuklardan biri bağırdı:
“Ayağa kalk Koç Hedge!”
“Seni duymadım sanma!” Koç, terbiyesizi bulmak için gözleriyle
koltukları taradı. Sonra gözleri Jason’a takıldı ve birden asık suratı
daha da asıldı.
Jason baştan ayağa titredi. Koçun, Jason’ın buraya ait olmadığını
anladığından emindi. Şimdi Jason’ı ayağa kaldıracak, burada ne işi
olduğunu soracaktı ve Jason’ın verecek tek bir cevabı yoktu.
Ancak Koç Hedge başını çevirip boğazını temizledi. “Beş dakika içinde
oradayız! Partnerinizden ayrılmayın. Sınav kağıtlarınızı kaybetmeyin. Ve
aranızdan biri bu gezide sorun çıkaracak olursa onu kampusa hiç
istemediği bir şekilde geri gönderirim.”
Bir beysbol sopası kapıp arı kovalıyormuş gibi savurdu.
Jason yanındaki kıza baktı. “Bizimle bu şekilde konuşması normal mi?”
Kız omuz silkti. “Hep böyledir o. Burası Wilderness Okulu. Buradaki
çocuklar yabani hayvanlardır.”
Bunu sanki aralarındaki bir espriymiş gibi söylemişti.
“Bir yanlışlık olmalı,” dedi Jason. “Burada olmamam gerek.”
Önünde oturan çocuk dönüp güldü. “Yaa, evet Jason, sorma. Hepimize
tezgah kuruldu. Ben altı kez evden kaçmadım. Piper da bir BMW çalmadı.”
Kızın yüzü kızardı. “O arabayı ben çalmadım Leo!”
“Ah, unutmuşum Piper. Neydi senin hikayen? Galericiye arabayı sana
‘ödünç vermesi’ için ikna etmiştin, değil mi?” Jason’a dönüp kaşlarını
kaldırdı, sanki ‘Kim inanır buna?’ der gibiydi.
Leo, İspanyol asıllı bir Noel Baba cücesine benziyordu; siyah kıvırcık
saçları, sivri kulakları ve neşeli, bebeksi bir yüzü vardı. Öyle muzır
bir ifadeyle gülümsüyordu ki anında bu çocuğa asla kibrit ya da sivri
objeler teslim edilmemeli diye düşünürdünüz. Uzun, çevik parmakları
durmaksızın hareket ediyordu; sürekli koltukta ritim tutuyor, saçlarını
kulaklarının arkasına atıyor, asker ceketinin düğmeleriyle oynuyordu.
Çocuk ya doğuştan hiperaktifti ya da bir bufaloya kalp krizi geçirtecek
kadar şeker ve kafein almıştı.
“Her neyse,” dedi Leo, “umarım sınav kağıdın yanındadır, ben benimkini
tüf tüf yapmak için birkaç gün önce parçalamıştım. Neden öyle bakıyorsun
bana? Birisi gene yüzüme bir şey mi çizmiş?”
“Seni tanımıyorum,” dedi Jason.
Leo pis pis sırıttı. “Ha, ha, tabii. Ben senin en yakın arkadaşın
değilim. Onun kötü kalpli ikiziyim zaten.”
“Leo Valdez!” diye bağırdı Koç Hedge en önden. “Orada bir sorun mu
var?”
Leo, Jason’a göz kırptı. “Bak şimdi.” Önüne döndü. “Özür dilerim Koç!
Sizi duyamıyordum. Megafonunuzu kullanabilir misiniz acaba?”
Koç Hedge nihayet eline megafon kullanma fırsat geçtiği için
memnuniyetle homurdandı. Megafonu kemerinden çıkarıp ağzına götürerek
talimatlar vermeye devam etti ama sesi Darth Vader’ın sesi gibi
çıkıyordu. Çocuklar gülmekten yarıldılar. Koç tekrar denedi ama bu sefer
megafon kendi kendine konuştu. “İnekler mööö der!”
Çocuklar yerlere yattılar, koç megafonu fırlatıp attı. “Valdez!”
Piper gülmemek için kendini zor tutuyordu. “Tanrım, Leo. Nasıl yaptın
bunu?”
Leo ceketinin kolundan minik bir Phillips tornavida çıkardı. “Ben özel
bir çocuğum.”
“Çocuklar, çok ciddiyim,” dedi Jason yalvaran bir ifadeyle. “Benim
burada ne işim var? Nereye gidiyoruz?”
Piper kaşlarını çattı. “Jason, şaka mı yapıyorsun sen?”
“Hayır! Kim olduğum hakkında‒”
“Hah, tabii ki şaka yapıyor,” dedi Leo. “Jölesinin üzerine sıktığım
tıraş kreminin intikamını almaya çalışıyor, öyle değil mi Jason?”
Jason boş boş Leo’ya baktı.
“Hayır, bence gayet ciddi.” Piper tekrar Jason’ın elini tutmaya çalıştı
ama Jason elini çekti.
“Özür dilerim,” dedi Jason. “Ben‒ Yapamam‒”
“İşte bu!” diye bağırdı Koç Hedge ön taraftan. “Arka sıra öğle
yemeğinden sonra temizlik yapmayı kabul etti!”
Otobüstekiler alkış tuttular.
“Buyur buradan yak,” dedi Leo.
Fakat Piper’ın gözü Jason’daydı, sanki incinse mi endişelense mi karar
veremiyor gibiydi. “Kafanı bir yere mi çarptın sen? Gerçekten bizim kim
olduğumuzu bilmiyor musun?”
Jason çaresizce omuzlarını silkti. “Daha da kötüsü. Kendimin kim
olduğunu bilmiyorum.”
Otobüs, kuş uçmaz kervan geçmez bir yerde, müze benzeri, kırmızı
tuğladan bir binanın önünde durdu. Belki de burası Kuş Uçmaz Kervan
Geçmez Müzesi’dir, diye geçirdi içinden Jason. Çölde soğuk bir rüzgar
esti. Jason üzerindekilere pek dikkat etmemişti ama şimdi görüyordu ki
pek de sıcak tutacak şeyler giymemişti: kot pantolon, spor ayakkabı, mor
bir tişört ve ince, siyah bir rüzgarlık.
“Pekala, işte sana hızlandırılmış hafıza kaybı kursu,” dedi Leo. Jason,
sesindeki alaycı yardımseverlik tonundan Leo’nun hiç de yardımcı
olamayacağını anladı. “Wilderness Okulu’na gidiyoruz.” Leo havada
parmaklarıyla tırnak işaretleri yaptı. “Yani bu demek oluyor ki bizler
‘kötü çocuklarız’. Ailen ya da mahkeme, çok fazla başa bela olduğuna
artık her kim karar verdiyse, seni bu muhteşem hapishaneye ‒pardon,
‘yatılı okula’‒ postaladılar. Okul, Armpit, Nevada’da, burada her gün
kaktüslerin arasında 15 km koşmak ve şapkalara papatyalar işlemek gibi
çok değerli beceriler ediniyoruz! Ve ödül olarak da beysbol sopasıyla
bizi adam eden Koç Hedge ile birlikte ‘eğitsel’ gezilere çıkıyoruz.
Şimdi biraz hatırlamaya başladın mı bakalım?”
“Hayır.” Jason dikkatle diğer çocuklara baktı: belki yirmi erkek, on
tane de kız vardı. Hiçbiri ağır suçlu çocuklara benzemiyordu; acaba ne
yaptılar da bu sorunlu çocuk okuluna gönderildiler diye merak etti, ama
en çok da kendisinin burada ne aradığını.
Leo gözlerini devirdi. “İyice havaya girdin demek, ha? Pekala, biz
üçümüz bu sene girdik bu okula. Aramız çok iyidir. Sen benim her
dediğimi yaparsın ve bana tatlılarını verip benim ayak işlerimi
yaparsın‒”
“Leo!” diye araya girdi Piper.
“İyi, tamam. Son dediğimi unut. Ama biz dostuz. Şey, Piper biraz daha
yakının, son birkaç haftadır‒”
“Leo, kes şunu!” Piper’ın yüzü kıpkırmızı olmuştu. Jason da yüzünün
kızarmaya başladığını hissediyordu. Piper gibi bir kızla çıkıyor
olsaydım kesin hatırlardım diye düşündü.
“Hafıza kaybı gibi bir şey geçiriyor,” dedi Piper. “Birisine söylememiz
gerek.”
Leo pofladı. “Kime? Koç Hedge’e mi? Onu kafasına beysbol sopası
indirerek tedavi etmeye kalkabilir!”
Koç, grubun önünde durmuş, bağıra çağıra emirler yağdırıyor, düdük
çalarak çocukları sıraya sokmaya çalışıyordu. Jason arada bir kendisine
bakıp kaşlarını çattığını fark etti.
“Leo, Jason’ın yardıma ihtiyacı var,” diye ısrar etti Piper. “Beyin
sarsıntısı falan‒”
“Hey, Piper.” Grup müzeye girerken çocuklardan biri geri dönüp
yanlarına gelmişti. Çocuk gelip Piper’la Jason’ın arasına girip Leo’yu
itti. “Bu rezillerle ne işin var. Sen benim partnerimsin, unuttun mu?”
Çocuğun koyu renk saçları Süpermen’in saçlarının şeklindeydi; bronz bir
teni vardı ve dişleri öyle beyazdı ki yanına bir tabela asıp ‘dişlere
doğrudan bakmayın, geçici körlüğe sebep olabilir’ falan yazsalar
yeriydi. Üzerinde Dallas Cowboys forması, kovboy pantolonuyla çizmeleri
vardı ve sorunlu kızlar için Tanrı tarafından gönderilmiş bir lütuf
olduğunu sanarak gülümsüyordu. Jason anında çocuktan nefret etti.
“Git buradan Dylan,” dedi Piper homurdanarak. “Seninle partner olmayı
istemedim ben.”
“Ah, ama işler böyle yürümüyor. Bugün senin şanslı günün!” Dylan kolunu
kızın koluna geçirip onu müze girişine doğru sürükledi. Piper son kez
dönüp arkasına, Jason ve Leo’ya baktı, acil yardım çağrısı gibiydi
bakışı.
Leo ayağa kalkıp üstünü silkeledi. “Nefret ediyorum bu heriften.” Sanki
seke seke, kol kola müzeye gireceklermiş gibi kolunu kıvırıp Jason’a
uzattı. “Bendeniz Dylan. O kadar havalıyım ki kendimle çıkmak istiyorum
ama nasıl yapacağımı bilemiyorum! Onun yerine benimle sen çıkar mısın?
Çok şanslısın!”
“Leo,” dedi Jason. “Çok tuhafsın.”
“Hah, evet, bunu da sık sık söylersin.” Leo sırıttı. “Ama beni
hatırlamıyorsan, bu demektir ki bütün eski esprilerimi yeniden
yapabilirim! Haydi!”
Jason içinden, eğer en yakın arkadaşım buysa hayatım epey berbat olmalı
diye geçirdi. Ama yine de Leo’nun peşinden müzeye girdi.
Binanın içinde yürüyerek Koç Hedge’in sağda solda durup megafonundan
Sith Lordu sesiyle “Domuzlar oynk derler” deyişini dinlediler. Leo,
sanki ellerini sürekli meşgul tutmak zorundaymış gibi asker ceketinin
cebinden vidalar, somunlar, boru temizleyicileri çıkarıp bunları
birbirlerine tutturuyordu.
Jason müzedeki sergilere dikkatini veremeyecek kadar dalgındı ama yine
de Grand Canyon ve müzenin sahibi Hualapai kabilesi hakkında bir şeyler
duydu.
Birkaç kız Piper’la Dylan’a bakıp kıs kıs güldü. Jason, bu kızların
popüler kızlar grubu olduğunu anladı. Aynı model kot pantolonlarla pembe
bluzlar giymiş, Cadılar Bayramı partisine gidiyormuşçasına fazlasıyla
makyaj yapmışlardı.
Kızlardan biri, “Hey Piper,” dedi. “Burayı senin kabilen mi işletiyor?
Yağmur dansı yapınca giriş bedava oluyor mu acaba?”
Diğerleri kahkaha attılar. Piper’ın sözde partneri Dylan bile gülmemek
için kendini zor tuttu. Piper’ın elleri kayak ceketinin manşetlerinin
içinde kaybolmuştu ama Jason kızın yumruklarını sıktığını tahmin etti.
“Babam bir Cherokee yerlisi,” dedi Piper. “Hualapai değil. Tabii ama ne
yaparsın, aradaki farkı anlamak için birkaç beyin hücresine ihtiyacı
oluyor insanın, sende de o yok.”
Isabel sahte bir şaşkınlıkla gözlerini iri iri açtı, bu haliyle makyaj
bağımlısı bir baykuşa benziyordu. “Ah, özür dilerim! Annen bu kabileden
miydi? Aaa ama doğru ya. Sen anneni hiç tanımadın, öyle değil mi?”
Piper kıza doğru atıldı ama daha bir kavga çıkmadan Koç Hedge bağırdı.
“Yeter artık! Örnek birer öğrenci olun yoksa beysbol sopamı çıkarırım!”
Grup diğer sergiye doğru yöneldi ama kızlar Piper’a laf atmaya devam
ettiler.
“Yeniden Kızılderili toprağında olmak güzel mi?” diye sordu bir tanesi
tatlı bir ses tonuyla.
“Babası muhtemelen iş yapamayacak kadar sarhoştur,” dedi bir diğeri
sahte bir duyarlılıkla. “Ondan zaten Piper kleptoman olmuş.”
Piper bunları duymazdan geldi ama Jason yumruk atmamak için kendini zor
tutuyordu. Piper’ın ya da hatta kendinin kim olduğunu hatırlamıyor
olabilirdi ama zorba tiplerden hoşlanmadığından emindi. Leo onu kolundan
tuttu. “Sakin ol. Piper onun yerine kavga etmemizden hiç hoşlanmaz.
Ayrıca kızlar Piper’ın babası hakkındaki gerçeği öğrenseler yere çöküp
adamın ayaklarına kapanır, ‘Biz buna layık değiliz!’ diye çığlıklar
atarlar!”
“Neden, kim ki Piper’ın babası?”
Leo bunu duyduğuna inanamıyormuş gibi güldü. “Şaka yapıyorsun, değil
mi? Gerçekten hatırlamıyor musun kız arkadaşının babasının‒”
“Bak, keşke hatırlasam ama bırak babasını, kızın kendisini bile
hatırlamıyorum.”
Leo bir ıslık çaldı. “Her neyse. Yurda dönünce konuşsak iyi olacak.”
Sergi salonunun sonuna vardılar, burada büyük cam kapılar bir terasa
açılıyordu.
“Pekala şekerler,” dedi Koç Hedge. “Şimdi Grand Canyon’u göreceksiniz.
Camları kırmamaya dikkat edin. Cam zemin yetmiş adet jumbo jeti
taşıyacak güçtedir o yüzden siz tüy sıkletler güvendesiniz. Mümkünse
birbirinizi kenarlara itmeyin, bu bana epey bir iş çıkarabilir.”
Koç kapıları açınca hep beraber terasa çıktılar. Grand Canyon, bütün
görkemiyle ayaklarının altındaydı. Terasın ucunda, camdan, nal şeklinde
bir yürüme yolu uzanıyordu, yere bakınca aşağısı olduğu gibi
görünüyordu.
“Oğlum, şuna bak,” dedi Leo. “Manyak bir şey bu.”
Jason ona hak verdi. Geçirdiği hafıza kaybı ve buraya ait olmama
hissine rağmen bu manzaradan etkilenmemek mümkün değildi.
Kanyon, resimlerdekinden çok çok daha büyük ve geniş görünüyordu. Grup o
kadar yüksekteydi ki ayaklarının altında kuş sürüleri uçuyordu. 150
metre aşağılarında, kanyonun zemininde bir nehir, yılan gibi kıvrılarak
akıyordu. Grup müzedeyken fırtına bulutları ilerleyip uçurumlara öfkeli
gölgeler bırakmışlardı. Jason’ın baktığı hemen hemen her yerde kırmızı
ve gri renkte derin vadiler, sanki çılgın bir tanrı gelip bıçakla
ayırmış gibi parçalara ayrılıyordu. Jason kafasının içinde korkunç bir
acı hissetti. Çılgın tanrılar... Bu da nereden çıkmıştı? Sanki çok
önemli, mutlaka bilmesi gereken bir şeye çok yaklaşmıştı. Tehlikede
olduğu hissi de gelip çöreklendi içine.
“İyi misin sen?” diye sordu Leo. “Kusmayacaksın, değil mi? Yanıma
fotoğraf makinemi almadım da, ondan diyorum.”
Jason korkuluklara tutundu. Tir tir titriyor, terliyordu ama bunun
sebebi yükseklik değildi. Gözlerini kırptı ve birden kafasının içindeki
acı azaldı.
“İyiyim,” diyebildi en sonunda. “Başıma bir ağrı girdi.”
İleride gök gürlüyordu. Buz gibi, sert bir rüzgar neredeyse onu yere
devirecekti.
“Buranın güvenli olduğunu sanmıyorum.” Leo gözlerini kısarak bulutlara
baktı. “Fırtına tam tepemizde, çevremizdeyse hiçbir şey yok. Ne tuhaf,
değil mi?”
Jason yukarı bakınca Leo’nun doğru söylediğini gördü. Bir grup koyu gri
bulut tam yürüme alanının üzerine konuşlanmıştı ama çevrelerinde
gökyüzü pırıl pırıldı. Jason’ın içine bir kurt düştü.
“Pekala şekerler!” diye bağırdı Koç Hedge. Bulutlara bakıp kaşlarını
çattı, sanki bu durum onu da rahatsız etmişti. “Bu geziyi kısa kesmemiz
gerekebilir o yüzden işe koyulalım! Unutmayın, düzgün cümleler!”
Fırtına bir daha gürüldeyince Jason’ın başına yeniden ağrı girdi. Neden
yaptığını bilmeden elini cebine atıp bir bozuk para çıkardı –elli sent
büyüklüğünde, ama elli sentten daha kalın ve daha eri büğrü, altın bir
paraydı bu. Paranın bir yüzünde bir savaş baltası resmi vardı. Diğer
yüzündeyse kafasında defne dallarından bir taç olan bir adamın büstü.
Altında, ‘IVLIVS’ gibi bir şey yazıyordu.
“Vay, altın mı yoksa o?” diye sordu Leo. “Seni kirli çıkı seni!”
Jason parayı tekrar cebine attı, parayı nereden bulduğunu ve neden kısa
süre sonra bu paraya ihtiyacı olacağını hissettiğini merak etti.
“Bir şey değil,” dedi. “Sadece para işte.”
Leo omuz silkti. Sanki aklı da en az elleri kadar hızlı hareket etmek
zorundaydı. “Haydi,” dedi. “Şu kenardan aşağı tükürebilir misin
bakalım.”
Sınav kağıdını doldurmakla pek uğraşmadılar. Jason zaten fırtına ve
karmakarışık duyguları yüzünden fazla dalgındı. Bir de ‘gördüğünüz üç
tane tortul kayayı yazın’ ve ‘iki erozyon örneği verin’ kısımlarına ne
yazacağı hakkında en ufak bir fikri yoktu.
Leo’nun da bir işe yaradığı yoktu. Boru temizleyicilerden mini bir
helikopter yapmakla meşguldü.
“Şuna bak.” Leo helikopteri havalandırdı. Jason helikopterin anında
yere çakılacağını düşündü ama boru temizleyicisinden yapma pervaneler
gerçekten dönüyordu. Minik helikopter neredeyse kanyonun yarısında kadar
uçup ondan sonra dengesini kaybetti ve boşluğa düştü.
“Nasıl yaptın bunu?” diye sordu Jason.
Leo omuz silkti. “Bir iki lastik olsaydı daha güzel olurdu.”
“Cidden,” dedi Jason. “Biz arkadaş mıyız?”
“En son baktığımda öyleydi.”
“Emin misin? İlk ne zaman tanıştık? Ne hakkında konuştuk?”
“Şeydi, hmmm...” Leo kaşlarını çattı. “Pek hatırlamıyorum. Bende DEHB
var oğlum, her ayrıntıyı hatırlamamı bekleme benden.”
“Ama ben seni hiç hatırlamıyorum. Buradaki kimseyi hatırlamıyorum. Ya
ben‒”
“Haklıysan ve herkes yanılıyorsa?” dedi Leo. “Bu sabah birden buraya
ışınlandın ve hepimizin de seninle ilgili sahte anıları mı var yani?”
Jason’ın kafasının içindeki minicik bir ses, Evet, aynen öyle
düşünüyorum, dedi.
Ama kulağa çılgınca geliyordu. Buradaki herkes Jason zaten hep varmış
gibi, Jason sınıftaki çocuklardan biriymiş gibi davranıyordu ‒Koç Hedge
hariç.
“Şu kağıdı tutsana.” Jason, Leo’ya sınav kağıdını verdi. “Birazdan
geliyorum.”
Leo daha itiraz edemeden Jason yürüme yolunun ucuna doğru yöneldi.
Bütün mekan okul grubuna kalmıştı. Belki henüz turistler için erken bir
saatti, belki de tuhaf hava ziyaretçilerin gözünü korkutmuştu.
Wilderness Okulu öğrencileri çiftler halinde yürüme yolu boyunca
dağılmışlardı. Çoğu birbiriyle şakalaşıp muhabbet ediyordu. Çocuklardan
bazıları aşağı bozuk para atıyordu. On beş metre kadar ileride Piper
sınav kağıdını doldurmaya çalışıyordu ama aptal partneri Dylan elini
kızın omzuna koyarak ona sulanıyor, o gözleri kör eden gülümsemesiyle
sırıtıyordu. Piper çocuğu uzaklaştırmaya çalışıyordu, Jason’la göz göze
gelince ‘Şu çocuğu benim için boğar mısın lütfen’ anlamına gelebilecek
bir bakış attı.
Jason ona takma kafana der gibi bir işaret etti. Beysbol sopasına
yaslanmış, fırtına bulutlarını seyretmekte olan Koç Hedge’e doğru
yürüdü.
“Bunu sen mi yaptın?” diye sordu Koç.
Jason bir adım geri gitti. “Neyi ben mi yaptım?” Koç sanki ona
fırtınayı onun yapıp yapmadığını sormuş gibi gelmişti.
Koç Hedge dikkatle Jason’a baktı, minicik gözleri beysbol kepinin
siperinin altında parlıyordu. “Benimle oyun oynama evlat. Burada ne
yapıyorsun ve neden işime burnunu sokuyorsun?”
“Yani siz... beni tanımıyor musunuz?” dedi Jason. “Öğrencilerinizden
biri değil miyim yani?”
Hedge burnundan tuhaf bir ses çıkardı. “Seni bugüne dek daha önce hiç
görmemiştim.”
Jason o kadar rahatlamıştı ki neredeyse ağlayacaktı. En azından aklını
kaçırmadığını biliyordu artık. Yanlış yerdeydi. “Bakın efendim, buraya
nasıl geldim bilmiyorum. Gözümü açtığımda otobüsteydim. Bildiğim tek
şey, burada olmamam gerektiği.”
“Tam üstüne bastın.” Hedge’in hırçın ses tonu mırıltıya döndü, sanki
bir sırrı paylaşıyordu. “Sis konusunda çok güçlüsün evlat, bütün bu
çocukların seni tanıdıklarını sanmalarını sağlayabilirsin ama beni
kandıramazsın. Günlerdir burnuma canavar kokuları geliyor. Aramızda bir
köstebek olduğunu biliyorum ama sen canavar gibi kokmuyorsun. Melez gibi
kokuyorsun. Kimsin ve nereden geldin?”
Koçun söylediklerinin çoğu hiçbir anlam ifade etmiyordu ama Jason
dürüstçe cevap vermeye karar verdi. “Kim olduğumu bilmiyorum. Hafızamda
hiçbir şey yok. Bana yardım etmelisiniz.”
Koç Hedge, düşüncelerini okumak istiyormuşçasına dikkatle Jason’ın
yüzünü inceledi.
“Harika,” diye mırıldandı. “Doğru söylüyorsun.”
“Elbette doğru söylüyorum! O canavarlar melezler hikayesi de neydi
öyle? Bir şeyin şifresi falan mı?”
Hedge gözlerini kıstı. Jason’ın bir yanı adamın kaçığın teki olduğunu
düşünüyordu. Diğer yarısıysa ne olur ne olmaz diyordu.
“Bak evlat,” dedi Hedge. “Kim olduğunu bilmiyorum. Sadece ne olduğunu
biliyorum ve bu da bela demektir. Şimdi iki taneniz yerine üç tanenizi
korumam gerekecek. Sen özel paket misin yoksa? Bu mu yani olay?”
“Siz neden bahsediyorsunuz?”
Hedge fırtınaya baktı. Bulutlar gittikçe kalınlaşıyor, yürüme yolunun
tam üzerine konuşlanıyordu.
“Bu sabah,” dedi Hedge, “kamptan bir mesaj geldi. Bir çıkarma grubu
yola çıkmış. Özel bir paket almaya geliyorlarmış, daha fazla detay
vermediler. Ben de pekala dedim. Korumaya aldığım iki tanesi epey güçlü,
pek çoğundan da yaşça daha büyük. Peşlerine düşüldüğünü biliyorum.
Grupta bir canavarın kokusunu alabiliyorum. Sanırım bu yüzden kamp
panikleyip hemen onları almaya birilerini gönderiyor. Ama sonra birden
sen çıkıyorsun ortaya. Ondan soruyorum, özel paket sen misin?”
Jason’ın kafasındaki ağrı daha da şiddetlendi. Melezler. Kamp.
Canavarlar. Hala Hedge’in neden bahsettiğini bilmiyordu ama bu sözcükler
beynini uyuşturdu sanki. Adeta beyni bir yerlerde olması gereken bir
bilgiyi arayıp tarıyor ancak bir türlü bulamıyordu.
Jason tökezleyince Hedge onu tuttu. Bu kadar kısa boylu bir adama göre
çelik gibi elleri vardı.
“Aman, dur bakalım. Hafızam silindi mi demiştin? Pekala. Ekip gelene
kadar sana da göz kulak olurum. Gerisine yönetici karar verir artık.”
“Ne yöneticisi?” dedi Jason. “Ne kampı?”
“Sen burada otur. Yakında yardım gelir. Umarım hiçbir şey ol‒”
Tam tepelerinde bir şimşek çaktı. Rüzgar intikam alır gibi şiddetle
esti. Sınav kağıtları kanyona uçtu ve ayaklarının altındaki cam köprü
sarsıldı. Çocuklar çığlık atıyor, tökezleyip korkuluklara tutunmaya
çalışıyorlardı.
“Bir şey söylemem gerek,” dedi Hedge homurdanarak. Megafonunu ağzına
götürüp bağırdı. “Herkes içeri! İnekler möö der! İçeri girin!”
“Bu şeyin güvenli olduğunu söylemiştin!” diye bağırdı Jason rüzgarın
sesini bastırmaya çalışarak.
“Normal şartlarda,” dedi Hedge. “Bu ise normal değil. Haydi!”