*Bu rp yi az evvel yazdım, o yüzden isim hala Bailey olarak geçiyor. İlk defa Olimpos rpg yapıyorum, kurgu hataları olabilir, zamanla öğreneceğim, eğer hatalar varsa lütfen göz ardı edin
''Hadi Bibi! Geç kalıyoruz, otobüs kalkıyor!''
En yakın arkadaşı Ursula, onu zorla, yapışıp kaldığı yılan camından uzaklaştırmaya çalışıyordu. Hayvanat bahçesinin çıkışı yılanlar bölümünden geçiyordu. Onlarca yılan olan bu bölümde, Bailey çıkışa en yakın, en küçük görünen camdan kafese takılıp kalmış, burnunu adeta cama yapıştırmış, hüzünlü gözlerle ufacık görünen boa yılanına bakıyordu.
''Ama şuna bak Ursula, hasta gibi!'' Sevimli yılancık, ona sanki inliyormuş gibi geliyordu. Kesinlikle mecalsizdi ve gözleri sapsarı olmuştu. Ya da, yılanların gözleri zaten sarı mıydı? Öyle bir şeydi işte, ama Bailey kesinlikle ondan yayılan müthiş sancılı bir hastalık hissedebiliyordu, garip bir şekilde.
''Hastaysa ne olmuş? Bakıcıları onunla ilgilenirler. Yürü Bibi, Tanrı aşkına, Mr. Leeds kornaya üçüncü kez basıyor!''
''Ama sanırım ateşi var.''
Ursula sabırsızlandığını belli edercesine derin bir nefes aldıktan sonra yüzünde yapay bir gülümsemeyle, sanki bir morona 1+1=2 eder dermiş gibi bir ses tonuyla konuştu.
''Bibi, tatlım, yılanlar soğukkanlı hayvanlardır, ateşleri çıkamaz.''
''Ama Ursula...''
''Yalvarıyorum Bibi, ne olur şu yılanı bırak ve gel. Yeter!'' Ses tonu cidden sinirli çıkıyordu, bunda otobüsün basamaklarında durup sinirli sinirli bakan sınıf öğretmeninin de etkisi yok değildi.
Ellerini yılanın camından zar zor ayırırken, bakışları hala arkadaydı. Yılanın mecalsizce bir kez daha dilini çıkartıp tısladığını gördüğünü fark edince, Ursula bağırmaktan kendini alamadı.
''Tanrı aşkına Bailey, yürüyecek misin?''
''Yürüyorum be, bağırmasana!!''
Hızlı bir silkelenmeyle kolunu Ursula'nın kibar Rouge Noir 68 numarayla boyanmış uzun tırnaklı ellerinin baskısından kurtararak, adeta koşarcasına otobüse ilerlemeye başladı. Hava çoktan kararmıştı ve öyle bir yapmur yağmur yağıyordu ki, iki adımlık mesafede sırılsıklam olmuşlardı, ikisi de.
''Eyvah, defterlerim ıslanacak!'' Kocaman sırt çantasını sallaya sallaya arkasından yetişmekte zorlanıyordu Ursula.
Otobüse bindiğinde, herkes bekletilmenin hoşnutsuzluğuyla ona baksa da, Bailey'in zerre denli umrunda bile değildi. Somurtarak her zaman ki pencere kenarındaki yere oturdu. Otobüs sarsıntılı yolda ilerlerken başını yaslamış, hasta yılanı düşünüyordu. Yağmur cama pat pat vuruyordu, dışarısı Kasım ayının buz gibi soğuğunu taşırken servisin içi sıcacıktı. Bunun da getirisi olan bir rahatlıkla, uyuklayabilirdi. Nasıl olsa Colorado'nun bir başından diğer başına kadar yolları vardı.
''Hey, uyumasana! Sıkıldım, sohbet edelim.''
Bailey gözlerini aralayarak en yakın arkadaşına baktı. Dalga dalga sarı saçları ve mavi gözleriyle tam bir afetti. Ufacık, kalkık burnu yüzüne şirin bir hava verir, tüm erkekleri rahatlıkla peşinden koşturturdu ve neşesiyle, yeri geldi mi beraber ağlayabilmesiyle tam bir dosttu, Bailey için. Başkaları her ne kadar onun arkasından iyi şeyler söylemese de, Bailey onun içindeki iyiliği biliyordu. Enerjiyi de.
''Sana getirdiğim filmleri izledin değil mi?''
''Bir kısmını, Ursula. Tamamını izlemek için bir haftaya daha ihtiyacım var, tahmin edersin ki.''
''Hangilerini izledin?''
''Pan'ın Labirenti, Başlangıç ve Düş Kapanı. Ah, hatırlatma, hala midem bulanıyor.''
Ursula kendinden emin, şuh bir kahkaha attı. ''Evet, o yaratıkların adamları patlatarak makatlarından çıkmalarından bahsediyorsun, değil mi?''
''Ciddiyim, kusacağım. Hem de üzerine. Zaten yol da tuttu.''
''Ay, susuyorum.''
Ursula ve Bailey, yan yana iki çiftlik evinde yaşarlardı. Bebekliklerinden beri birbirlerini tanırlardı, hiç uzun süre ayrı kalmamışlardı. Birbirlerinin tüm sırlarını, huylarını bilirlerdi. Onlar için gizli ya da saklı denen bir şey yoktu, olmayacaktı da. En azından, o güne dek öyle düşünüyorlardı.
Otobüs onları her zaman ki gibi gölün karşı yakasındaki durakta indirdiğinde, muhabbetleri hiç azalmamış bir şekilde gülmeye ve konuşmaya devam ediyorlardı.
''Sen Matt'i ne yapacaksın?'' diye sordu Ursula.
''İlgilenmiyor ki benimle.''
''Aah, iyi ki ilgilenmiyor. Baksana, o kadar ilgilenmiyor ki, için dün akşam onunla sinemaya bile gitmedin. Hadi, neler oldu anlat''
Sağlam görünen tahta köprüden geçerlerken, ikisinin de yüzlerinden anlamsız gülümsemeler sarkıyordu.
''Hiç bir şey olmadı.'' Salakça diye tabir ettiği aşk gülümsemesi suratındaydı.
''Hadi, hadi...'' Ursula bir kalça darbesiyle onu itekledi.
''Ciddiyim, bir şey olmadı.''
Bir kalça darbesi daha atınca, Bailey'nin düşmemek için yaslandığı tahta çit, büyük bir çatırtıyla kırıldı. Onun da aşağı düşmemesini sağlayan tek şey, göründüğünden çok daha güçlü olan Ursula'nın tüm gücüyle asılıp onu son anda çekmesiydi, ancak aynı şey Bailey' nin cebindeki su geçirmez mp3 çalar için söylenemezdi.
''Ah, hayır! Çok üzgünüm Bailey.''
''Önemli değil'' dedi, ayağa kalkarak. ''Hala orda olmalı, en iyisi dalıp çıkartayım ben. Sen şunu tut'' Sırt çantasını kollarından söküp ona verdi. Derin, çok derin bir nefes aldı, iki adım geriledi ve balıklama atladı.
Su, olması gerekenden daha gümüşi ışıltılar saçar gibiydi. Derinliğinin çok fazla olduğu bilinen gölde, o mp3'ü bulmak kolay değildi, ancak Bailey onu görmüştü bile. Daha da derinlere itti vücudunu. Ancak, dokunduğu anda onun bir Mp3 olmadığını anlamak uzun sürmemişti, çünkü Mp3ler yumuşak olamazdı. Değil mi?
Nedenini bilemediği bir içgüdüyle, arkasını döndüğünde, beyaz tüller içinde, sarı saçlı bir bayan, elleriyle zarifçe suyu yararak ona doğru ilerliyordu. Yardığı yerler toprak bir şerit oluşturur gibiydi. Gökyüzü ve etrafın birazı görünüyordu, ama artık Denver'de olmadığını gösteriyordu. Bu yeri hiç mi hiç bilmiyordu ama hem kadının hem de çevrenin güzelliği o kadar büyüleyiciydi ki, Bailiey nefessizlikle baş ettiğini ve korkması gerektiğini unutmuş, gülümseyişi gümüşi pırıltılar saçan zümrüt gözlü bayanı izlemekten başka hiç bir şey yapamaz gibiydi. Yarık, az sonra kendisine ulaşıp nefes almasını sağlayacaktı, ancak Bailey nefessizliğin son noktalarına geldiğini bildiğinden, can havliyle kendisine gelecek şeride doğru ayak çırptı.
Ve nihayet nefes alabildiğinde, kendini o şeritle beraber gelen toprak zemine yığarcasına bıraktı. Nefes alış verişi hızlıydı, temiz havayı ciğerlerine çekiyordu bol bol. Yanıbaşında bir çift zarif ayak gördü, muhtemelen az önceki güzel bayanın ayaklarıydı. Giydiği tülden elbise, ayaklarına dökülüyordu. Bailey kendini zorlayarak kalkmaya çalışırken, nazikçe ellerini uzatmıştı.
Şimdi aralarında bir kaç santim vardı. Hemen hemen aynı boydaydılar, ama kadının güzelliği yakından çok daha muhteşemdi. Yüzünde anaç bir gülümseme ile karşısında duruyordu.
''Merhaba kızım.''
Kızım mı?
''Merhaba?''
''Ben, Demeter.'' dedi elleriyle ellerini kavrayarak, muhteşem gülümsemesini biraz daha yayarak. Demeter mi? Şaka yapıyor olmalıydı. Gerçek olamazdı. Ama, suyun ikiye yarılması da görülmüş şey değildi.
''Tamam, kafayı yedim değil mi?''
Demeter, sessiz gülümsemesine yakışacak zerafette hafif bir kahkaha attı.
''Hayır, kızım, hayır. Yoksa adımı daha önce hiç duymadın mı?''
''Mitoloji dersi alan herkes duyar. Demeter, Yunan Mitolojisinde mevsimlerin ve anne sevgisinin tanrıçası olarak bilinir, değil mi?'' Kendinden emin bir şekilde omuz silkti.
''Sen benim kızımsın.''
''Ne? Hayır, olamaz. Bir yanlışlık olmalı. Benim bir annem var. Bir de babam var. Yani zaten varlar. Varlar, varlarsa sen olamazsın. Yani annem olamazsın.'' Neler saçmalıyordu?
Demeter, bir kez daha güldükten sonra, ciddileşti. Gülümsemesi kaybolmuştu, ama gözleri hala gülüyor gibiydi.
''Öğrenmek ister misin?''
''Nereye gidiyoruz?''
Demeter tek omzunu kaldırıp indirerek, ''sen bil'' dercesine bir açıklamada bulundu:
''Kabul edeceksen, biraz sorunlu, çoğu zaman güvenli ama senin için akıl karıştırıcı bir yere. Yine de gelmek ister misin?''
Bailey her zaman mantığına güvenen biri olmuştu, öyle de olacaktı. Ve şimdi, her ne kadar iç sesi evet dese de, mantığı önce kanıt istiyordu.
''Bana Demeter olduğunuzu kanıtlayın o zaman, lütfen.''
Demeter, ellerini ellerinden çekerek biraz geri çekilip, etrafında bir tur döndü. Bailey gözlerine inanmakta zorluk çekiyordu. Hayır, bu mantıken imkansızdı, fiziksel olarak daha da imkansızdı. Ama kesinlikle, karşısındaki kadın bir kısrağa dönüşmüştü. Onun şaşkın bakışları eşliğinde, Demeter bir kere daha etrafında döndü ve yine kendisi olarak karşısına dikildi. Beyaz tülleri ve sarı saçları arkadan bir rüzgar esiyormuşcasına havalanırken, muhteşem bir toprak kokusu burnuna çalınıyordu Bailey' nin.
''Vay canına, kesinlikle sizinle geliyorum.'' dedi Bailey, şaşkınlıktan küçük dilini yutmamaya çalışarak. Demeter tekrar yaklaşmıştı.
''O zaman elini bana ver, kızım. Ve annenin dünyasına hazır ol.''
Elini boşluğa uzatmıştı. Gözlerindeki sevgi de kararlılığa dönüşmüş, karşısındakine büyük bir ciddiyetle bakıyordu ama sevgi dolu elektriğinden hiç bir şey yitirmemiş gibi anaçtı sanki. Bailey, bir an için tereddüte düşerek, eline bakıp yutkunsa da bu büyük bir kararlıklıkla o eli sıkı sıkı tutmasının önüne geçmemişti. Etrafı beyaz ama huzurlu bir ışık kaplarken, Demeter' e bakıp ona ilk kez gülümsedi.