Londra'nın sonu gelmez yağmurlarına karışıyordu yavaş adımlarım. Kalın paltom bile kesmiyordu soğuk rüzgarları. Yıllardır bu soğuklara alışmış olmama rağmen, bugün içim ürperiyordu. Güneş görmeyen yüzüm her zamankinden daha soluktu. Evime ulaşmaya çalışıyordum. Evim ara sokaktaydı, ihtişamdan uzakta bir yerlerde. Annem ve ben yalnız yaşıyorduk, kendi halimizdeydik hep. Babamın ben doğmadan öldüğü söyleniyordu. Buna inanmakta zorlanıyordum doğrusu. Ardında bir tane bile anı bırakmamış mıydı ? Bir kez olsun resmini görmemiştim, sanki hiç yaşamamış gibiydi. Ya da, daima uzaklardaydı bizden. Londra'nın yağmurları onu hiç ıslatmamıştı belki de. Sonunda öylece terk etmişti bu hayatı... Babamı düşününce kalbimin tam ortasına keskin bir hançer saplanmış gibi hissettim. Sanki hatırlamamam gereken bir anıydı. Onu her düşündüğümde bunu yaşıyordum. Fakat o acı his bile bunu durduramamıştı. Yılların eskitemediği tek şey buydu. Çocukluğumdan beri aradığım babam, hatta sadece hatıraları. Tek bir iz... Onu özleme nedenim olacak tek bir şey. Yoktu, hiç yaşamamış gibiydi. Hayatımda hep bir terslik olduğunu düşünürdüm bu yüzden. Ancak, kendimi düşünmek istemezdim. Benim gibi, belki benden de yalnız olan annemi düşünmem lazımdı. Yalnızlık ona zor geliyordu. Her zaman söylenecek çok sözü varmış gibi dururdu, gözleri dolu bakardı. Benden sakladığı çok şey olduğunu biliyordum aslında. İşin doğrusu, bunları öğrenmeye cesaret edemiyordum. Çünkü zor bir hayatım olmuştu. Dayanacak kimsemiz yoktu, annem ile yapayalnızdık ve parasızlık çekiyorduk. Üniversiteyi güçlükle bitirmiştim, uzun arayışlar sonunda hayatımızı ilerletecek bir iş bulabilmiştim. İyi şeyler başımıza gelmezdi kolay kolay, gelse bile evdeki matem havası hep dururdu. Her ne kadar Londra'nın havası da böyle olsa da... Bizim evimizdeki farklı bir havaydı. Bazen içime korku dolardı bu yüzden. Şöyle bir silkindim. Çoğu zaman yaptığım şeyi, yine yapmıştım. Düşüncelerimi de yanıma alıp, yürümüştüm ıslak sokaklarda. Sonunda eve varmıştım. Kendi halinde, terk edilmiş gibi duran yoksul evimize... Düşüncelerimi ve arayışlarımı bu kez geride bırakmaya karar vermiştim. Annemin yüzü hiç gülmese bile, en azından beni gülerken görmeye hakkı vardı. Eve girdiğimde adımlarımı hızlandırdım ve çatı katında olan daireye çıktım. Issız bir apartmandı burası, dış cephesindeki boyalarını Londra'nın yağmurları çoktan silmişti. Apartmanın içi ise berbat bir şekilde yıpranmıştı. Her köşesinde örümcek ağları vardı. Burada bizim dışımızda yaşayan bir kişi vardı sadece. O da, biraz tuhaf bir adamdı. Hep beni takip ediyor gibiydi. Ne zaman dışarı çıksam, üzerimde gözlerini hissederdim. Adam orta yaşlıydı, hafif kırlaşmış saçlara sahipti ve oldukça bakımsız duruyordu. Saçı ve gür sakalları birbirine karışmıştı. En önemlisi, yürüyemiyordu. Tekerlekli sandalyeye mahkumdu onu bildim bileli. Pek konuşmazdı, insanlarla iletişimden kaçardı. Onu dışarıda bir kez görmüştüm ve o günü hiç unutmamıştım. İşten geç çıktığım bir gündü ve zaten ıssız olan bu sokak iyice tehlikeli görünüyordu. Karanlıktı, yağmurluydu, tüm bunlar yetmezmiş gibi yapayalnızdım sokakta. Tam eve girecekken, karşıma iki evsiz çıkıp beni sokağın köşesine sıkıştırmışlardı. Ne yapacağımı bilemez haldeydim. Ellerinde bıçaklar vardı. O sırada, çok tuhaf bir şey oldu. İkisi de büyülenmiş gibi oldukları yerde kalakaldılar. Ardından kelimenin tam anlamıyla toz oldular. Şok geçiriyordum, hatta hayal gördüğümü düşünmüştüm. Yüzümü ıslatan yağmur damlaları arasında bir siluet gördüm, evsizlerin toz olup gittikleri yerde. O adamı görmüştüm. Tekerlekli sandalyesindeydi ve saçları her zamanki gibi karışıktı. Tüm sakinliğiyle bana bakıyordu. Kimi zaman bunun bir hayal olduğunu düşünürüm. Ancak, tüm gerçekliğiyle yaşamıştım bunları. Bugün hep geçmişe yönelik şeyleri hatırlar olmuştum. Evin kapısına ulaştığımda, apartmanda tuhaf bir hava olduğunu fark ettim. Ne olduğunu çözememiştim, ancak iyiye işaret olmadığı belliydi. Nedenini bilemediğim halde, telaşlıydım. Hemen eve girmeliydim. Anahtarımı çıkarıp hızla kapıyı açtım. Bir hışımla içeri girdim. Apartmandaki tuhaf hava, burada çoğalıyordu. Evde kimse yok gibiydi. Bu beni iyiden iyiye şüphelendiriyordu. Boğazım düğümlenmişti sanki. Zorlukla ses çıkarabildim. ''Anne ?'' Olduğum yerde bir süre beklemiş olsam da, cevap alamamıştım. Artık dayanamıyordum. Etrafa bakmalıydım. Yerimde durmam bir hataydı aslında. Oldukça küçük olan evimizde aranmaya başladım. Az eşyası olan, daima düzenli duran odama baktım, ardından mutfakla bitişik olan salona... Kimseler yoktu. En son annemin odası geldi aklıma. Odasına girilmesinden hoşlanmazdı, bana bu yüzden kızdığı çok olmuştu. Belki yine odasındaydı ve sessiz sessiz ağlıyordu her akşam yaptığı gibi. Bana tuhaf gelen çok davranışı olurdu aslında... İki kişilik eski bir yatağı vardı ve yatağın küçük pencereye bakan kısmını boş bırakırdı. Sanki birisi her gece gelip oraya yatarmış gibi. İşte bunları düşünmek, bir an için olduğum yerde durmama sebep olmuştu. Fakat annem bana cevap vermemişti. Daha kötüsü, ortalığa bir ölüm sessizliği hakimdi. Bu sessizliğin verdiği korkuyla hiç düşünmeden annemin odasına daldım.
Hayatımda görebileceğim en kötü şeyi görmüştüm. Yaşayabileceğim en berbat duyguları yaşamıştım orada dururken. O an aklımdan sürüyle düşünceler geçti. Film karesi gibiydi her biri, hızla geçip gidiyorlardı ve hayatımın öncesinden kesitler veriyorlardı. İnsanlar bunu genelde ölüm anında yaşarlarmış. Ancak, ben yaşayan bir ölüydüm. Çünkü kendimi ölüme bırakacak gücüm bile kalmamıştı o andan itibaren. Annem öldürülmüştü. Tüylerimin diken diken olduğunu hissedebiliyordum. Nefes alıp almadığımın farkında değildim. Şimdi, o iki kelime bana baskı yapıyordu. Annem öldürülmüştü... Yapayalnız yatağındaydı yine, kendi yattığı tarafta kanlar içindeydi. İşin tuhafı, o hep boş bıraktığı yerde bir damla kan bile yoktu. Bir robot gibi hissizce yürümeye başladım. Artık bir ölü olan annemin yanına gidiyordum, son kez. Yatağın boş tarafına dikilmişti gözüm. Sararmış bir kağıt duruyordu. Üstünde mürekkep lekeleriyle dolu olan bir not vardı. Bomboş bakışlarımla notu elime aldım. ''Zaman geldi Charles. Yeraltı Dünyası Hades'in oğlunu bekliyor. Los Angeles'a git. Gerçek yaşamını orada bulacaksın. Oğlum...'' Bütün vücudumu baştan aşağı bir titreme sarmıştı. Notu elimden düşürdüm. O sırada, evin açık unuttuğum kapısından gelen sesleri duydum. Tekerlek sesleriydi bunlar. O tuhaf komşumuzdu gelen. Beklenmedik bir hızla içeri geldi. Sanki bunların olacağını biliyormuş gibiydi. Bir an ona çok öfkelendim. Bunlar ne demekti ? Annem öldürülmüştü ve bu ıssız yerde bizim dışımızda yaşayan tek kişi oydu. Üstüne, herşeyi biliyormuş gibi bakıyordu. Aniden içimde onu öldürme isteği belirdi. Hışımla yanına gidip koluna yapıştım. ''Seni lanet olası ! Onu sen öldürdün ! Bunu biliyorum ! Şimdi hepsinin hesabını ödeteceğim sana. Seni yaşatmayacağım, anladın mı ?'' Son sözü söylerken, gücümü kaybettiğimi hissettim. Konuşmak çok kötü gelmişti. Gözümden yaşlar boşalmaya başladı. Ağlamaktan oldum olası nefret etmişimdir, fakat şimdi gözyaşlarım sel olmuştu. Adam, yine tepkisizdi. Bunları bekliyor gibiydi. Kendimi yere bırakmıştım. Başımı ellerimin arasına alıp, gözyaşlarımla yalnız kalmıştım. Her defasında etrafa lanetler yağdırıyordum. Zihnim boş değildi, hep o mektuptaki cümleler sıralanıyordu bir bir. Oğlum... Bana oğlum demişti. Yeraltı Dünyası Hades'in oğlunu bekliyor. Bu ne demekti ? Hades... Zihnimi zorladım. Herşeyin bittiği anda bile, düşünecek bir şey bulmuştum. Ne kadar zavallıydım aslında... Hades, üniversitede genel kültür olarak öğrettikleri kadarıyla yeraltındaki ölüler ülkesinin tanrısıydı. İçim buz gibi olmuştu. Nasıl yani ? Ben, zalim Tanrı Hades'in oğlu muydum ? Yoksa annemin ölümü beni akıl hastasına mı çevirmişti ? Hayal görüyor olmalıydım. Başımı kaldırdım ve çığlık atacak gibi oldum. Az önce tekerlekli sandalyesinde olan tuhaf adam, şimdi karşımda dikilmişti. Ondan da tuhafı, belden aşağısı at görünümlüydü. Ben iyi değildim, gerçekten değildim. Bu kadarı da fazlaydı. Yerimden hızla doğruldum. Ne yapacağımı bilemez haldeydim. Ancak adam karşımda sabırla dikilmeye devam ediyordu. Gözlerimi ovaladım, tekrar ona baktığımda hala aynı şekildeydi. Yarı insan, yarı at. Zihnim yine düşüncelerin akınına uğruyordu. Üniversitede genel kültür olarak mitoloji dersleri verilirdi, mitolojiye karşı tuhaf bir ilgim olmuştu hep. O dersi severdim. İşte o anda, derslerde duyduklarımdan parçalar birleştiriyordum kafamda. O bir sentor. İçimdeki ses doğruyu bulmuştu. Ben hala kaskatı duruyordum. En sonunda karşımdaki 'sentor' sessizliği bozdu. ''Doğru bildin Charles, ben bir sentorum. Şimdi seni Melez Kampı'na götürmeye geldim. O notu unutmalısın. Sen, Hades'in oğlu olsan bile olman gereken yer Melez Kampı, Yeraltı Dünyası değil.'' İlk başta gayet sakindim. Ardından bir yerlere tutunma ihtiyacı hissettim. Hayal ve gerçeği karıştırıyordum galiba. Sentor, konuşmaya devam etti. Yine sakindi... ''Artık olanları kavramalısın. Söylediklerimin hepsi gerçek. O not gerçek. Onu baban bıraktı. Anneni de, o öldürdü. Eğer Hades hakkında bildiklerin varsa, nedenini anlarsın. Anneni kendi dünyasına hapsedecek. Şimdi de seni istiyor.'' Tepkisizce onu dinlemeye devam ettim. ''Vaktimiz daralıyor, hemen buradan götürmeliyim seni. Amerika'ya gitmelisin.'' Olağanüstü bir sakinlikle onu dinliyordum. Fakat söyledikleri bir kulağımdan girip, öbüründen çıkıyordu. Bütün bunların yanında, annemin ölüsünün olduğu yerde bu kadar rahat olduğuma inanamıyordum. Hades, babamdı. Annemi öldürerek yeraltına, kendi dünyasına hapsedecekti. Beni de istiyordu yanına. Bu düşünceler zihnimde tur atarken, ben gayet sakindim. Bu korkutucuydu. ''Los Angeles'a ?'' Tabii şokun etkisi hala üzerimdeydi, tek kelime zar zor edebiliyordum. Bu dediğim sentoru sinirlendirmiş gibiydi. Onu gerçekten dinlemediğimi anlamıştı sanırım. ''Los Angeles'ı unut Charles. Olman gereken yer orası değil. Seni Melez Kampı'na götürmeliyim. Her neyse, şimdi benimle geliyorsun. Amerika'ya gidiyoruz, hem de hemen.'' Bu acelesini anlamış değildim. Aslında anlamadığım bir sürü şey vardı. Melez Kampı da neyin nesiydi ? Benim babam Hades'ti, eğer bu gerçekse -ki artık emindim- Los Angeles'a gitmeliydim. Annemi de yanına almıştı. Beni neden gerçekten olmam gereken yerden uzaklaştırmaya çalışıyorlardı ?
Bunları düşünürken sokağa çıkmıştık bile. Yanımdaydı ancak sentor halinde değildi. Tekerlekli sandalyesiyle hızla ilerliyordu. Onu durdurmalı ve aklımdakileri söylemeliydim. ''Dur bir dakika ! Beni bilmediğim bir yere götürüyorsun ve açıklama olarak sadece oraya ait olduğumu söylüyorsun. Benim babam Hades. Annemi öldürüp, yanına aldı. Beni de istiyor. Olmam gereken yer Yeraltı Dünyası ! Şimdi neden beni bambaşka bir yere götürüyorsun ?'' Cümlemi bitirirken sinirlerime hakim olamayıp yumruklarımı sıkmıştım. Her an yüzüne indirebilirdim bu adamın. Adam, yine sakindi. Bu beni çıldırtıyordu. Olduğu yerde durup, bir süre düşündü. Kafasında cümlelerini toparladığı her halinden belliydi. ''Dünya üzerinde senin gibi olan bir sürü melez var Charles. Hades'in senden başka melezleri de var. Onlar Hades'in çocuğu olduklarını bu kadar korkunç bir yolla öğrenmese de, dediklerine kulak asmadılar. Yeraltı Dünyası'na onlar da çağırıldı ancak doğru olanı yapıp, olmaları gereken yere geldiler. Melez Kampı'na... Şimdi Melez Kampı'nı soracaksın, orası senin gibilerin dolu olduğu bir yer. Orada alman gereken eğitimleri alıyorsun ve kardeşlerinle birlikte kalıyorsun. Kısaca böyle tabii, Melez Kampı sadece bunlardan ibaret değil. Sana sadece bu kadarını açıklayabilirim Charles. Şimdi şüphelenmeyi bırak ve benimle gel.'' Diğer söylediklerinden çok, bir sözü aklımda kalmıştı. Onlar Hades'in çocuğu olduklarını bu kadar korkunç bir yolla öğrenmese de... Bu şanssızlık bana mı denk gelmişti yani ? Neden bu kadar acı bir şekilde öğrenmiştim ? Tam o sırada başım ağrımaya başladı. Zihnimde, tanımadığım bir ses yankılanıyordu. ''Sen benim oğlumsun Charles ve benim yanımda olacaksın. Yeraltı Dünyası senin. Buraya geleceksin.'' O kadar kesin konuşmuştu ki... Ardından başka bir ses daha duydum. Bu tanıdıktı işte. Bütün fikrimi değiştirmeme sebep olmuştu. ''Charles ! Buraya gelmelisin ! Babanı dinle ! İkimizin de ait olduğu yer burası.'' Ürpermiştim. Annem konuşmuştu ! Sesi ağlamaklıydı. Dişlerimi sıktım. Karar vermiştim, gerçekten ait olduğum yere gidecektim. Önümde tekerlekli sandalyesinde insan formunda görünen sentora baktım. Ona kesinlikle söylemeyecektim. Beni Amerika'ya kadar götürecekti ve gerisine karışmayacaktı. Los Angeles, beni bekliyordu. O an, içimde bir ateş yanmaya başladı. Kalbim, hiç olmadığı kadar hızla çarpıyordu. Bu ateş çok şey barındırıyordu. Babamı, Yeraltı Dünyası'nı ve Hades'in son oğlunun geleceğini...