Yine her zamanki gibi kulübemde oturmuş tarih çalışıyordum. İngiltere Kraliyeti'yle ilgili Martin'e soracağım çok fazla soru birikmişti ve en kısa zamanda bir Olimpos ziyareti yapmam gerekiyordu. İskoç kralların ülkeyi kötü yönettiğini söyleyemezdim ama onlardan çok daha iyi hükümdarlar tanımış olduğumdan emindim. Aklım tamamen yüzlerce yıl öncesine kaymış olduğundan, içimden bir sesin "Acilen yanıma gelmeniz lazım." demesine ilk etapta anlam veremedim. Sonra, bu kan dondurucu tınıyı daha önce nerede işitmiş olduğumu hatırladım; ürkerek yerimden kalktım ve zihnimde canlanan yeraltı hatıralarından kurtulmak istercesine başıma sağa sola sallamaya başladım. Kendime bir süre toparlanmak için müsaade ettikten sonra korkarak zihnimden "Tanrı Hades?" sorusunu yönelttim. Hiçbir cevap almamış olsam da doğru noktaya parmak bastığımın farkındaydım. Sıkıntıyla, duymamazlıktan gelsem Tanrı'nın ilerleyen günlerde başıma açacağı felaketlerin neler olabileceğine kafa yordum ve istemeyerek gidip yolculuk için hazırlandım.
Gecenin köründe bu, yaptığım saçmalıkların alasıydı ve bunu biliyordum ama ahırlara doğru giderken uzakta seçtiğim bir gölge, onu takip etme dürtümü harekete geçirdi. Yönümü değiştirerek kampın sınırına doğru ilerlemeye başladım. Altın Post'un saçtığı parıltılar üzerine vurduğunda o gölgenin Poseidon kızı Lia'dan başkası olmadığını anladım ve "Lia!" diye seslendim. "Ah Lucy korkuttun beni! Ee senin ne işin var bu saatte burada?" diye soran arkadaşıma sıkıntıyla, "Hades'ten çağrı aldım desem, inanır mısın?" şeklinde bir başka soruyla karşılık verdim. Evet, surat ifadesinden anladığım kadarıyla Lia bana inanırdı.