Not: Baktığım rp'lerde herkes gücünü aldığını ya da ırkını nasıl öğrendiğini falan yazmış. Ben illa böyle yazılacak diye bir admin yazısına rastlamadığım için, bu rpyi puanlatmak istedim. Umarım uygundur.
İzol kokusu... Hastaneleri hiç bir zaman sevmemişti. Gerekse çocukluğunun önemli bir kısmının burda geçmesinden, gerekse buraya geliş nedenlerinin hep kötü olmasından dolayı hep nefret etmişti, nefret edecekti... Çoğu zaman küçük kardeşinin kanser tedavileri, bazen yaptığı yaramazlıklar sonucu yaralanmalar, bazen hasta ziyaretleri.. Ama biliyordu ki, onu Dublin'deki tatilinden yarıda kesip döndüren neden, birinin üç dikişi olamazdı. Biliyordu ki, Lyra' nın kan kanseri tekrar nüksetmişti. Koridorları hızlı hızlı geçmesinin sebebi de, buydu. Tam bitti, tam gitti derlerken, tam rahata, huzura kavuşacakları anda hiç olmaması gereken kanserli hücrelerin sayısı taramalarda yüzde yirmi çıkıyordu. Ve son kemoterapide bir çok yerinde yara açılan Lyra'nın bedeni, ikinci bir terapiyi kaldıramazdı, doktorlar hükmü vermişlerdi. Bailey, ilk kanserli zamanlarından beri onu tedavi eden Dr. Brown'u kötü haberi annesine verirken tahmin ettikçe, gözyaşlarına boğuluyordu.
İlk zamanlar, henüz Lyra beş yaşlarındaydı. Önce karnındaki şişlik, sonra yüzünün sarartısı... Anneleri onu bir hastaneye götürdüğünde, ilk önce doktorun uzattığı karttaki ''Onkolog'' yazısına inanamamış, inanmak istememişti. Ancak, testler pozitifti. Hayatının hükmü verilmişti.
O zamanlar 10 yaşlarında olan Bailey, annesini daima pozitif hatırlardı. Her daim neşeli ve güleryüzlü kadının kıpkırmızı saçları tek bir gecede ağarmıştı o gece. O Gece' den kasıt, öğrendikleri değil, kanserli hücrelerin tedaviye rağmen istenilen düşüşü göstermediği ve çarelerin neredeyse tükendiği geceydi.
Hızla, 411 numaralı odaya girdiğinde, gördüğü manzara iç acıtacak cinstendi. Saçlarının tamamı dökülmüş, burnundan bir tüp uzanan, kolunda bir serum bağlı bulunan Lyra, küçük ablasını karşısında görünce mecalsiz haliyle gülümsemişti, yorgunca. Sanki teni beyazlığını yitirmiş, onun yerine ölü gibi morluklar yerleşmişti. Bir şeyler düğümleniyordu Bailey'nin boğazında, ağlamak üzere hissediyordu kendini. 5 yaşından beri kanserle mücadele eden kardeşi şimdi 10 yaşındaydı, ve yıllar süren çabaya rağmen, artık kendisi bile yenik düştüğünü kabul ediyor gibiydi. Haftalardır görmediği iki abisini ve iki büyük ablasını es geçerek, direk onun yanında almıştı soluğu.
''Merhaba, Lyra.''
Küçük kız, önce biraz kendini zorladıktan sonra, ağzından tek bir kelime etmeyi başarabilmiişti.
''Bailey.''
''Hey, yorma kendini. Siz, aval sürüsü, dışarı çıkın ve bu kızcağızı biraz benle yalnız bırakın bakayım!''
Diğerleri söylene söylene mekanı terk ederlerken, bir tek en büyük kardeş olan Daisy gelip anaç bir tavırla elini Bailey' nin omzuna koymuştu. Sıcak ve güven verici elini...
''Aç mısın? Bir şeyler getireyim mi?''
En büyükleriydi o, 30 yaşındaydı. Erken yaşta anne olmanın da getirisiyle, Bailey ve Lyra'ya kızlarıymış gibi davranması, onu annelerinden sonra sevdikleri ikinci kişi yapıyordu. Diğer ablaları Hannah'ın tersine, o gerçekten önemsemeyi bilirdi, sevmeyi de. Bailey, gözlerini yüzüne diktiğinde bir haftada kırışmış gözler gördü, acıyla bakmasına rağmen gülümseyebilmeyi beceriyordu.
''Olur, Daisy. Bir sandviç güzel olur.'' dedi, gerçekten aç olan Bailey.
Daisy odadan çıkar çıkmaz, Lyra'nın minicik ellerini ellerinin arasına alıp sıktı. Yorgun bir gülümseme vardı suratında, sanki uzun zamandır ilk defa gerçekten mutluymuş gibiydi gözleri. Henüz 10 yaşında olan bedenine, acılarla olgunlaşmış ruhunu taşımak zor geliyordu artık. Gözlerinin kenarındaki izler, çektiği acıların bir tablosu gibiydiler ve bu beden artık iflas ediyordu. Önceleri, çok küçükken, isyan edercesine birer birer, böbrekleri dayanamamıştı, sonra da karaciğeri. Şimdi de kalbi nakil olmuştu, ancak vücudu çok yorgundu, çok.... Ebedi uykusuna dalmaya yetecek denli yorgundu...
Gözlerini pencereye kaydırdı Lyra. Çoktan batmış güneşin ardından göz kırpan yıldızlar, onun her zaman büyük bir ilgisiydi, en zor günlerinde bile. Onlara bakarken, gözlerinin dolması Bibi'nin gözlerinden kaçmamıştı. Teselli etmek istiyordu ama öyle bir durumdaydı ki, asıl teselli edilmesi gerekenin kendisi olduğunun farkında bile değildi. Şefkatli ellerini Lyra'nın elinden çekip alnını okşayarak:''Şurdaki orion takım yıldızı.'' dedi.''Senin şans yıldızın, canım.''
''B.. Bu gece.. Parlamıyor.'' dedi Lyra. Sesi yorgunlukla bezeli çıkıyordu. ''Gidiyorum, Bibi.''
''Şşş!''
''Gidiyorum.''
''Hiç bir yere gitmiyorsun. Sus, lütfen sus!'' Ağlamaya başlamamak için derin bir nefes aldı.
''Kocaman bir gelecek var önünde. Ortaokula, liseye gideceksin. Sınıfının en güzeli olacaksın. Hep hayallerindeki gibi bir amigo kız olacaksın, tatlım. Erkekler girip çıkacak hayatına. Sporda bir numara olacaksın, herkes sana özenecek. Sonra çok yakışıklı biriyle evleneceksin, mükemmel bir hayatın olacak!''
Lyra başını iki yana salladı. Yüzünden büyük bir acı okunuyordu.
''O senin geleceğin, Bibi. Benim için yaşa artık, olur mu?''
''Sen yaşayacaksın Lyra, pes etme.'' Emin olarak çıkmasına özen gösterdiği bir sesle, kafasını sallayarak.. Sonra fısıltıyla, yalvarırcasına ekledi. ''Lütfen... ''
''Üzgünüm, Bibi. Ama Orion artık benim için parlamıyor.'' Tekrar başını iki yana sallamıştı.
Minica derince bir hıçkırık koyvererek ellerine kapandı. Yapmaması gereken bir şeydi, biliyordu, ancak, bastırılmaya alışmamış duyguları bir yol bulup çıkmak için gecikmemişlerdi, yine.
Bailey, herhalde geçirdiği o yarım geceyi ömrü boyunca unutmayacaktı. ''Sadece bir kişi kalabilir!'' demişti hemşire. Ve oy çoğunluğuyla, Daisy'nin yanında kalmasını istemişlerdi.
''Görüşürüz ufaklık, iyi geceler'' diyerek el sallamıştı Bailey. O da eliyle bir öpücük atarak karşılık vermişti.
Yatak dardı, oda dardı, yani Bailey' e. Ufacık kardeşi orda yatarken, her yer dardı ona. Ancak uçakla değil de otobüsle ve gemiyle gelmenin yorgunluğu, yatağa yatar yatmaz ortaya çıkmıştı. Kolları ağır birer külçe, bacakları birer kütüktü adeta. Uykulu beyni, daha fazla dayanamayarak uyuyakalmıştı.
Kaç saat uyumuştu? Bir? İki? Bildiği tek şey, komodininde duran telefonun çalmasıyla zıplaması olmuştu.
''Alo?'' dedi uykulu sesiyle.
''Bibi, canım...'' Daisy' nin sesi ağlamaklıydı. Bailey adeta haykırarak konuştu:
''HAYIR DAİSY, BANA ONUN ÖLDÜĞÜNÜ SÖYLEYEMEZSİN!''
''Bailey, çok, çok....''
''SUS, TANRI' NIN CEZASI, SUS! Hayır, HAYIR!''
Telefonu kapatarak, sanki bir suçu varmışcasına hırsla duvara atarak paramparça olduğunu hissetti. Kalbi gibi, ruhu gibi, telefon da on bin ayrı parçaya ayrılmıştı sanki. Gözyaşları birbiri ardına dökülüyor, içindeki yangın dışarıya vururcasına ağlıyordu. Değil bu oda, bu dünya ona dardı artık...
''Bir zamanlar benim de bir kardeşim vardı, dünyadaki en tatlı kardeşti. Ama fark ettim ki, o gitti ama dünya aynı. Her gün onlarca çocuk ölüyordu, sonuçta ateş düştüğü yeri yakar ve benim Lyra'm da onlardan sadece biriydi. Yani, dünya benim etrafımda dönmüyordu. Lyra yıl sonunda kanserden ölen çocuklar ve ölen çocuklar yüzdesine minicik bir oran olmuştu. Onun ölümü, tüm dünya için sadece oranlara bir katkıydı, başka hiç bir şey değildi. Sadece oranları etkilemişti, onun ölümü. Sanki hepimize evrende ne kadar küçük olduğumuzu hatırlatırcasına...''