Dekka Emily Chawlea Amphitrite'nin Çocuğu
Mesaj Sayısı : 31 Kayıt tarihi : 13/07/11
| Konu: Dekka Emily Chawlea Çarş. Tem. 13, 2011 9:59 am | |
| Derin derin nefes alıyor, fakat ciğerlerine hava yerine su doluyordu. O, Dekka… Ölüyordu. Boğuluyordu. Ellerini ve ayaklarını yavaşça ama sertçe çırparak yüzeye çıkmaya çalıştı. Gücü yetersizdi. Bir kez daha denedi. Temiz havaya ulaşmalıydı. Ölmek istemiyordu. Dünyadan ayrılmak istemiyordu. Üstelik küçük kız kardeşine onu bırakmayacağına dair söz vermemiş miydi? Sonsuza dek onunla olacağını söylememiş miydi? Söylemişti, hatta yemin etmişti. Bir kez daha derin ve soğuk suların içinde can havli ile çırpındı. Fakat yavaş yavaş vücudu uyuştu. Teni buz gibi suyun içinde yavaş yavaş ölüyor ve beyazlaşıyordu. Çığlık atmak istedi. Fakat bu ağzına daha fazla su dolmasından başka bir işe yaramadı. Daha fazla dayanamıyor ve dayanmak da istemiyordu. Ölüm niye onu bu kadar korkutuyordu ki? Bu düşünce ile çırpınmaktan vazgeçip gerilmiş olan kaslarını gevşetti. Vücudunu serbest bıraktı. Eli darmadağın olmuş ve suyun içinde olması sebebi ile başının çevresini bir tül gibi sarmış olan saçlarının içine geçti. Ölümü beklemeye başladı. Ama ölüm gelmedi. Onun yerine sadece acı vardı. Ölmek istiyordu ama ölemiyordu. Peki neden? Neden ölmüyordu? Bu zalim dünyada yaşamaktan bıkmıştı artık. Acı çekiyordu. Fakat bu acı ne onu öldürecek kadar yoğundu ne de yaşamasına izin verecek kadar az. Bu sefer ölümü beklemek yerine onu kendine çağırdı. Derin derin nefes alarak ciğerlerinin soğuk ve tuzlu deniz suyu ile dolmasını sağladı. Ne olduysa o zaman oldu işte. Deniz eğilip bükülmeye ve dalgalanmaya başladı. Rengi kırmızılaştı. Birkaç saniye sonra ise Dekka artık bir denizde değil, bir kan gölünü ortasındaydı. Bu sefer tuzlu ve acı deniz suyunun tadını değil, metalimsi ve tuzlu olan kanın tadını alıyordu. Ağzına ve burnuna dolan şey kandı çünkü… Ama o derin derin nefes almaya devam etti. Daha sonra ise...
Öksürerek gözkapaklarını yukarı kaldırdı. Odasındaki dev mavi yatakta yatıyordu. Bir bacağı yataktan aşağıya sarkmıştı ve sargılıydı. Üstelik de bedenine büyük bir acı ve ıstırap veriyordu bu sargılı bacak. Eli de sargılıydı. Ama bu daha az acıtıyordu. Soru ise şuydu: Ne oluyordu? Az önce boğuluyordu. Ciğerlerine dolan suyun tadını ve verdiği acıyı hala hatırlıyordu. Şimdi ise bir koltukta oturmuş yarı uyuklar bir şekilde yatıyordu. Birden neler olduğunu hatırladı. Kendini kesmişti. Kendi bacağını… Delik deşik etmişti. Bunu neden yaptığını da hatırlıyordu. Sırf o aptal hayaletleri görmemek için. Sırf bunun için kendine zarar vermişti. Hayaletler onun zihninin içinde dolaşıyor, ona yalvarıyor ve hatta onun canını yakacak anılarını su yüzüne çıkarıyorlardı. Sırf bu yüzden kendine bunu yapmıştı. Çünkü biliyordu ki fiziksel acı zihinsel acıyı bastırırdı. Ve kesinlikle hayaletleri gördüğü zaman ruhu da beyni de acıyordu. İnanılmaz derecede acıyordu… Kız boğazındaki yumruyu geri göndermek amacı ile yutkundu. Başardı da. Kendini kestiği günü dakikası dakikasına anlatabilirdi. Anıları durgun bir su kütlesi gibi berraktı. Bir an için psikologu bir raporu doldurmak için odadan çıkmıştı. O sırada kız bir yatar koltukta oturuyordu. Bir an sonra ise… Hayaletler belirivermişti. Sürekli dilenen, yardım isteyen çaresiz ruhlar. Kızın çevresini sarmışlardı. Dekka onların gelmesini sağlayan kişinin kendisi olduğunu biliyordu. Bu yüzden inanılmaz bir baskı altında olan zihnini meşgul etmek amacıyla koltuktan kalkmaya çalışmıştı. Eğer vücudunun herhangi bir bölümü acırsa zihnini tamamen oraya odaklayabilirdi. Fakat yere düşmüştü. Bedeni sanki bir kukla gibiydi. Onu kontrol edemiyordu, sadece neler olduğunu izlemekle yetiniyordu. Birden nerden geldiğini bilmediği esrarengiz ve ilahi bir güç etrafını sarmıştı. Bu gücü kullanarak yavaşça ayağa kalkmış ve geniş olması sebebi ile dolunayın parlaklığını ve yıldızların cılız ışığını içeri alan pencereye doğru sürünürcesine yürümüştü. Daha sonrası ise barizdi… Pencereyi elini kullanarak kırmış ve camlar bin bir barçaya bölünüp büyük bir şıngırtı eşliğinde yere düşerken elinden yavaşça akan koyu renkli sıcak kanı izlemişti. Fakat yeterli değildi. Daha fazla acı gerekiyordu. Bu yüzden pencere camının kırılmayıp pencerenin köşesine tutunan küçük bir parçasını zorla yerinden çıkarmıştı. Ardından da yere çömelip kot pantolonunun paçasını yukarı kıvırmış ve cam parçasını kadifemsi bir yumuşaklığa sahip olan kaymak beyazı tenine batırmıştı. Aynı zaman zarfı içerisinde de çığlık atmamak için ağzını sımsıkı kapamıştı. Hayaletlerin görüntüleri titreşip bulanıklaşır gibi olmuş fakat gitmemişti. Bunun üzerine cam parçasını tekrar çıkarıp bir kez daha saplamıştı. Bu sefer daha hızlı sapladığı için acı da daha fazla olmuştu. Kanda artık bacaklarından aşağıya kırmızı izler bırakarak akmaya başlamıştı. Hatta birkaç damlası yerde sulu yuvarlak izler bile oluşturmuştu. Aynı şeyi defalarca tekrarlamıştı Dekka. Ta ki hayaletler yok olana ve kendisi bir kan gölünün ortasında gözlerini anlamsız bir şekilde boşluğa dikip uzanana kadar. Son olarak da elindeki cam parçasını odanın uzak bir köşesine fırlatmayı da unutmamıştı. Bir süre kan gölünün ortasında çaresizce yatmıştı. O kadar çok kan kaybetmişti ki neredeyse kan küçük odanın her köşesini kaplamıştı. Hatta kapının altından dışarı bile sızmıştı. Zaten bu sayede kurtulmuştu. Koridordan geçen birisi kan gölünü görerek çığlık atmış ve sorunun ne olduğunu anlamak için içeriye dalmıştı. Bundan sonra olanlar ise Dekka’ya birkaç saniye içinde olup bitmiş gibi geliyordu. Hastahaneye kaldırılmış, uzun-ince borular vücudundan içeri sokulmuş, atinin arasında kalan cam parçaları çıkarılmıştı. Bütün bunlar Dekka yarı baygın halde iken yapılmıştı ve o ayılınca ne olduğu hakkında sorguya çekilmişti. Dekka neler olduğunu anlatırsa çevresindeki insanların kendisini anlamayacağı konusunda emindi. Bu yüzden biraz hava almak için camı açmaya kalkıştığında ayağının kaydığını ve camı kırarak yere yuvarlandığını söyleyen bir konuşma yaptı. İnsanlar yalanına hemen kandılar. Çünkü inanacak bir şeye ihtiyaçları vardı. İçlerinden birisinin kendisini kesen bir deli olduğuna inanmak istemiyorlardı elbette. Bu yüzden Dekka televizyonlara ve gazetelere düşmüş “Ayağı kaydı, Ruhu Kanatlandı!” adlı manşetlerin altındaki resmi ile küçük, zavallı kız oluvermişti. Gördüğü şeyler ise kesinlikle rüyaydı. Kendini bir kan gölünün içinde boğulurken görüyordu çünkü o kan gölüne bizzat şahit olmuştu. Bu düşünceler ürpermesine neden oldu ve kendi kendine titrek bir ses ile mırıldandı “Ben şizofrenin tekiyim. Bir ruh hastasıyım. Tehlikeliyim.” Ayağa kalkmaya çalıştı fakat bacağı buna izin vermedi. İç çekerek doktorunun ona vermiş olduğu lanet koltuk değneklerini bulmak için çevresine bakındı. Annesi neredeydi? Neden onu acınası durumu ve kırgın ruh hali ile yalnız bırakmıştı? En azından babasına ne olduğunu biliyordu. Ama annesi ve tek bir gözyaşının dahi düşmesine izin vermeyerek üzerine titrediği kız kardeşinin hala evde olması gerekiyordu. Evet, Dekka’nın babası onları terk etmişti. Bırakıp gitmişti. Ama Dekka bunları umursayacak vakit bulamıyordu. Çünkü eğitim alması gerekiyordu, yönetmek hakkında. Bu konularda fazla derinlere inmeye gerek yok. Sadece şunu bilin yeter: Eğer zamanda gerilemiş olsaydık, Dekka şu anda bir İtalyan prensesi olacaktı. Kız da sanki kadere inat bir şekilde soyunu düşünerek hızlı ama dikkatli hareketler ile odasının kapısına yöneldi. Odadan çıkınca koltuk değneklerini kullanarak kapıyı kapattı ve kan kırmızısı halının üzerinde ilerlemeye başladı. Birden kapana kısılmış gibi hissetti kendini. Ama bunun sebebi dar koridorlar değildi. Bunun sebebi kan kırmızısı halıydı. Kan… Bunu umursamamaya çalışarak yürümeye devam etti. Ama adımlarını sıklaştırmayı da ihmal etmedi. Ruhu adeta bedeninin içinde can çekişiyordu yaralanmasına sebep olan bu korkunç anıyı hatırlayınca. Ama asıl yaralanan bedeni değil ruhuydu. Böyle düşünüyordu nedense Dekka. Annesinin odasına gelince kapıya hafifçe vurdu ve “Anne?” diye ciyaklar gibi sordu. Cevap gelmedi. Dekka da hareketini üstelemedi. Annesi içeride olsa cevap verirdi. Fakat odasına geri dönmek yerine orada durdu ve avazı çıktığınca “Anneee! Elleee!” diye bağırmaya başladı. Nedense zihnini anlamsız bir korku kapladı. Ama belki de anlamsız değildi bu korku, çünkü Dekka annesinden yine cevap alamadı. Annesi evde olsaydı mutlaka cevap verirdi. Haber vermeden ortalardan kaybolmak ise annesinin huyu değildi. Nefes alışları sıklaşmaya ve hızlanmaya başladı. Bu sefer daha yumuşak bir sesle “Anneciğim? Elle? Neredesiniz?” diye sordu. Sesi yumuşak olmasına rağmen yüksekti de. Birkaç kere daha aynı şeyi denedi fakat sonra pes etti. Korkunun zihnin kaplamış olma sebebi sadece paronayaydı. Buna inanmak istiyor fakat inanmıyordu. Birkaç küçük adım ile yatak odasının kapısından geriledi. Annesi neredeydi? Neden onu böyle bırakıp gitmişti? Kendi kendine şu sakinleştirici olan ama bir işe yaramayan şu sözü fısıldadı “Sakin ol Dekka. Sakin ol. Şizofren olmanın yanı sıra paronayak bir kişiliğim de var sanırım!” Kendi kendine bunları tekrar ederken merdivenlerin olduğu taraftan bir tıkırtı geldi. Ve… Tekrar başladı. Hayaletler. Her yerdeydiler. Dekka hiçbir şey yapmadı. Ne hareket etti ne de çığlık attı. Korkmamıştı. Sadece canı acıyordu. Acı her yerden geliyordu. Ellerinden, ayaklarından, başından, karnından, tuttuğu koltuk değneklerinden… Şimdi ne olacağını iyi biliyordu. Engellemek için yapabileceği bir şey de yoktu. Depresyona girmişti. Dayanamıyordu. Bu sanki bir refleks gibi, tarihin kendini tekrarlaması gibi tekrar eden bir döngüydü sanki. Koltuk değnekleri ellerinden kaydı ve yaralı ayağı yere değince acı ile haykırdı. Fakat bunu yapmalıydı. Hayaletler ancak bilincini kaybettiğinde yok oluyorlardı. Bu düşünce ile birlikte ayağını sanki nefret ettiği birini tepeler gibi yere vurmaya başladı. Her vuruşunda tok bir ses çıkıyor ve acı da bu sesle beraber geliyordu. En sonunda bandajlanmış ve neredeyse iyileşmek üzere olan bacağının yaraları tekrar açıldı. Kan bandajların arasından sızıyordu ve durmak bilmiyordu. Yavaş yavaş çoğalıp akmaya devam ederken yerde küçük bir yuvarlak oluşturdu. En sonunda kanama yavaşladı ve Dekka yere yığıldı. Hayaletler kayboldular. Genç kız gözlerinin yandığını ve gözyaşlarının göz pınarlarından taştığını hissediyordu. Biraz sonra yanaklarından aşağı akan sıcak damlaları da hissetmeye başladı. Bir gözyaşı damlası dudaklarının kenarına kadar geldi. Dekka onun tuzlu tadını hissedebiliyordu, tıpkı kan gibiydi... Sessiz bir şekilde ağlamaya başladı. Annesi ve kız kardeşi neredeydi? Nereye gitmişlerdi. Birden genç kız bir ses duydu. Tuhaf ama sakinleştirici bir müzik sesi. Müzik kötüydü ama sonuçta müzikti ve Dekka da müziğe bayılırdı. Sanki kaval veya flüt ile çalınıyormuş gibi biraz tiz geliyordu ses. Birkaç dakika sonra Dekka bu sesi çıkaran müzik aletini ve onu çalan kişiyi gördü. Çalan kişi tatlı bir çocuktu. Tuhaf bir duruşu olan ama cana yakın görünen bir çocuk… Dekka’nın canı yanıyordu ve şu anda bir çocuktan çok bir doktora ihtiyacı vardı. Ama yine de acıya rağmen gözlerini açık tutmayı ve çocuğu incelemeyi başardı. Çocuğun üzerinde gözlerini gezdirince tuhaf duruşunun nedeni belli oldu: Çocuğun ayakları ve bacakları tıpkı bir keçininki gibiydi! Dekka bu keşif karşısında çığlık atmak için ağzını açtı. Fakat o kadar yorgundu ki ağzından çıkan tek şey boğuk bir inleme oldu. Buradan gitmek ve yeni bir hayata başlamak istiyordu. Bu ev lanetliydi. Lanetli ve tıpkı cehennem gibiydi. Çocuk çaldığı aleti hızla dudaklarından uzaklaştırdı ve “Ben Palmiye. Sakın korkma. Söz veriyorum, sana zarar vermeyeceğim…” diye fısıldadı. Ardın da ekledi “Kendine ne yaptın sen böyle?” Dekka da usul ve ksık bir sesle şöyle cevap verdi “Tuhaf bir ismin var. Umarım buraya beni öldürmeye gelmişsindir Palmiye. Üstelik bu öncekileri düşününce küçük bir hasar sadece!” Keçi bacaklı adamın gözleri şaşkınlıkla iri iri açıldı. Bu hali ile korkmuş ve tehlikeden kaçacak bir yeri kalmayan zavallı bir tavşanı hatırlatıyordu. Öyle ki Dekka bir an için ona acıdı. Fakat bu his bir an sonra yok oldu. Palmiye adındaki çocuk korku dolu bir ses ile “Küçük bir hasar mı? Seni öldürmek mi? Şaka yapıyor olmalısın! Bunu yaparsam baban beni asla rahat bırakmaz!” diye haykırdı. Dekka birden dikkat kesildi. O çocuk… Palmiye… Baban mı demişti? Bu olamazdı! Dekka birden hayatının her anında hissettiği umutsuzluğu tekrar hissetmeye başladı. Birisi onunla oyun oynuyordu. Tanrı onunla oyun oynuyordu. Herkes onunla oyun oynuyordu! Ve Dekka buna dayanamıyordu. Bu yüzden hala bandajlı olan eli ile yüzünü örttü ve “Benden ne istiyorsun?” diye sordu fısıldayarak. Mermer döşemeye çarpan toynak sesleri duyuldu. Dekka göremese bile Palmiye’nin yanına gelerek çömeldiğini hissediyordu. Çömelerek yumuşak hareketler ile onun başını okşadığını. “Sadece seni korumak istiyorum.” Diye fısıldadı Palmiye Dekka’nın kulağına. Sıcak nefesi kızın yanaklarını gıdıklıyor, kulaklarının uğuldamasına neden oluyordu. Fakat gözlerini kapamadan önce duyduğu şey Dekka’nın tüm sorularının cevabını verdi. Neden hayaletler gördüğünü, bu çocuğun kim olduğunu, babasının kim olduğunu ve onları neden terk ettiğini… Duyduğu şey şuydu “Sen bir melezsin ve baban da ölüler tanrısı Hades..."
Rp out
- Spoiler:
Biraz rahatsızım. Bilgisayar ekranına bakarken gözlerim ağrıyor. Değerlendirirken bunu da göz önünde bulundurmanızı rica ediyorum. Bana biraz fazla kısa ve anlamsız geldi. Sanırım yazı boyutlarından dolayı böyle. Büyütmeyi denedim ama başaramadım. Umarım beğenirsiniz
| |
|
Athena Admin/Tanrıça/Kamp Müdiresi
Mesaj Sayısı : 5210 Kayıt tarihi : 16/08/10
| Konu: Geri: Dekka Emily Chawlea Çarş. Tem. 13, 2011 10:52 am | |
| Rp puanı: 100, tebrikler.
/Admin. | |
|