Ben Aaron. Aaron Rutherford. İngiltere'de doğdum. Annem, üvey babam ve üç küçük kardeşimle, Thames nehrinin kenarındaki küçük bir kasabada yaşardık. Babamın kim olduğunu hiç bir zaman bilmedim. Annem bana sadece 'Sen doğduktan sonra öldü.' dedi ve o günden sonra bir daha babamın konusunu açmadım.
Üvey babam orta halli bir adamdı ve bazen zor geçindiğimiz olurdu. Onun dışında hayatta kalmaktan başka bir idealim yoktu. Bir an önce büyüyüp çalışmaya başlamayı hayal ediyordum fakat annem, beni okumanın kurtaracağını söyleyerek kasabadaki okullardan birine yolladı. Çok çalışkan olacağımı düşünürken hiç beklemediği bir şeyle karşılaştı. Okulda sürekli problem yaşıyordum. Yazılanları okuyamıyor, sürekli kavgalara karışıyordum. Öğretmenlerim yazıları okuyamadığım için zihinsel engelli olduğumu düşünmeye başlamışlardı. Annem ise bunu asla kabullenmedi ve beni öğretmenlerin karşı çıkmasına rağmen okula gönderdi. Zorla gittiğim iki senenin ardından bir çocuğun kolunu kırmamla okul hayatım son buldu. Üvey babam anneme, beni sorunlu çocukların alındığı bir yatılı okula göndermekten bahsetti. Annem sürekli 'On yedi yaşına kadar bizimle kalmak zorunda!' diyordu. Ama nedenini hiç bir zaman söylemedi. Ta ki ben on yedi yaşına basana kadar..
On yedi yaşıma bastığım gün annem yanıma geldi ve elime bir para kesesi tutuşturdu. ''Bu ne?'' diye sordum. Annem gözleri dolmuş bir halde ''Babanla ilgili sorularının cevabı.'' dedi. ''Burdan gitmek zorundasın Aaron. Artık zamanı geldi.'' Şaşkınlıla anneme baktım. Konu sadece babam değildi. Beni evden resmen gönderiyordu. ''Hayır. Hiç bir yere gitmiyorum anne! Babam artık beni ilgilendiremiyor. Ben bur-..'' Annem sözümü keserek, ''Gitmeni istiyorum.'' dedi üstüne basa basa. Ona dikkatlice baktım, gerçeği söylemediğine inanmak istedim ama annem gözlerimin içine baktı ve bana sarıldı. Elime eşyalarımın olduğu bir çanta tutuşturdu ve kapıyı yüzüme kapadı. Bir daha İngiltere'ye hiç dönmedim.
Annemin beni kovduğu günün akşamı şehre gittim. Verdiği kesenin içinde bir mektup vardı. Annem, İtalya'ya Roma'ya gitmem gerektiğini söylemiş ve başka bir şey eklememişti. Artık hayatta yapacak birşeyim olmadığını düşünerek dediğini yapmaya karar verdim ve ertesi gün İtalya'ya doğru yola çıktım.
Bir gemiyle İngiltere'den Fransa'ya geçtim. Oradan da trenle üç günde Romaya vardım. Şehirde beni bekleyen bir şey olduğunu sanmıştım neredeyse. Tek başıma ne yaptığımı bilmeden sokaklarda dolaştım durdum. Birinin gelmesini bekledim ya da bir işaret görmeyi. Ama hiç bir şey olmadı. Sadece anlam veremediğim bir şey vardı. Sanki izleniyor gibiydim, arkamı dönüp baktığımdaysa hiçbir şey yoktu.
Akşam olunca arka sokaklardan birine saptım ve ilk gördüğüm otele girdim. Otel boş ve temizdi. Resepsiyonda oturan adam bana şüpheci gözlerle baktı ve anahtarı önüme sert bir hareketle koydu. Umursamadan odaya çıktım. İki ayrı yatak, bir masa ve telefon vardı. Eşyalarımı yataklardan birinin altına koydum ve kendimi yatağa atar atmaz uyumaya başladım. Rüyamda görüntülerden çok sesler duydum. Biri sürekli bana sesleniyor onu bulmam gerektiğini söylüyordu. Aniden korkuyla uyandım fakat uyanmamla kafama darbe yemem bir oldu...
İkinci sefer uyandığımda otel odasında olmadığımı anladım. Revir gibi bir yerdeydim ve etrafımda benim yaşıtım bir kız ve onun yanında orta yaşlı bir adam vardı. ''Neredeyim ben?'' dedim yataktan kalkmaya çalışırken. Kız gülümseyerek, ''Romada, melez kapındasın. Hoş geldin!'' dedi garip bir aksanla. ''Melez kampı mı? O da ne?'' dedim başımdaki ağrı yüzünden yatağa geri yatarak. Kızın yüzündeki gülümseme aniden söndü ve ayağa kalkarak -tahminimce- yanındaki adama İtalyanca bir şeyler söyledi ve sinirle kapıdan çıkıp gitti. Adama bakarak ''Yanlış bir şey mi söyledim?'' dedim. Adam yatağa yaklaştı ve ''Sen ona aldırma.'' dedi gülerek. Rahatsız olarak adama sordum. ''Neden burdayım? Otelde ne oldu?'' Adam ciddileşti, ''Seni yok etmek isteyen bir yaratık vardı diyelim ve o seni öldürmeden biz seni bulduk ve buraya getirdik.''Adamın benimle dalga geçtiğini düşünerek ''Yaratık mı?! Ne yaratığı? Burada neler oluyor! Siz kimsiniz?'' diye sinirle bağırdım. Büyük ihtimalle Roma'da bir hastanedeydim ve bu adamda akıl hastası katından yanıma çıkıp gelmiş, benimle dalga geçiyordu. Hemşirelerin gelip, adamı götürmelerini bekledim ama ortalıkta hemşire kılığında kimse yoktu. Adam usulca cevap verdi, ''Burası yarı tanrı-yarı insan çocukların, yani melezlerin kampıdır. Mitoloji denen şeyi hayatında hiç duydun mu? Duymadıysan söyleyeyim genç adam, bir takım Romalı tanrılar var ve onların çocukları buraya gelir. Neptün, Minerva, Jupiter? Bu isimleri hiç duymadın mı?'' Adam burnuma kadar sokulmuştu. Şaşkınlıkla başımı salladım. Tanrıların çocukları mı?! Bu ne biçim bir delilikti böyle! ''Peki söyler misiniz, benim burada ne işim var?'' dedim söylediklerinden bir anlam çıkarmaya çalışarak. Adam arkasına yaslandı ve gülerek ''Sen de o tanrıların çocuklarından birisin!'' dedi. Korkuyla adama baktım ama o pişkin pişkin gülmeye devam ediyordu. Bir süre sonra güçlükle konuştum. ''Yani diyorsunuz ki ben de o Romalı tanrılardan birinin oğluyum?'' Adam gülerek başını salladı. ''Fakat ben ingilizim! Bu nasıl olur?'' Adamın yüzü keyfi kaçmış gibi asıldı. ''Latince hiç bilmiyor musun?'' Hayır anlamında tekrar başımı salladım. Demek ki o kızda İtalyanca değil Latince konuşmuştu. Adam bana bir şeyler söyledi ama anlamadığım için cevap veremedim. Adam hayal kırıklığı yaşamış gibi yataktan uzaklaştı ve dışarı çıktı. İşte o zaman adamın tekerlekli sandalyede oturduğunu gördüm.
İki gün boyunca revirde yattım. İki gün boyunca kimse yanıma uğramadı. Benimle ilgilenen bir kadın vardı ama onunda ağzını bıçak açmıyordu. En sonunda kadın üçüncü gün yanıma geldi ve taburcu olabileceğimi, kafama dikiş attığını yakında iyileşeceğimi söyledi. söyledi. Konuşabildiğini duyunca şaşırdım. Yataktan kalktım ve çantamı alıp revirden dışarı çıktım. Dışarı çıkar çıkmaz bambaşka bir dünyada olduğumu anladım. O sırada revirde uyandığım ilk gün yanımda olan kız kolumu tuttu ve beni çekiştirmeye başladı. Latince bir şeyler söylendi. Hala sinirli olduğunu anladım ve onu takip ettim. Beni melez olduğumu iddia eden adamın yanına getirdi. Adam yine tekerlekli sandalyesindeyi bana bakmadan konuşmaya başladı, ''Seni Yunan melez kampına yollayacağız. Latince bilmediğine göre Yunan tanrılarından ya da tanrıçalarından birinin oğlusun.'' Adam birden sandalyeden kalkmak için girişimde bulundu ona yardım etmeye çalıştım ama kız beni engelledi. Adam üzerindeki örtüyü yere attı ve bir çift toynakla yere bastı. Şok içinde adama bakakaldım. Öne doğru yürüdü ve ayaklarının devamı geldi. Sandalyeden tamamen kalktığında gövdesinden aşağısı at gibiydi. Bu bir yarı at yarı insandı. Gözlerim neredeyse yerinden fırlayacaktı. Adam-at adam- yanımızdan ayrılır gibi bir kaç adım ilerledi. Sonra arkasını döndü ve kızı göstererek, ''Julie sana nasıl gideceğini anlatacak.''Duraksadı, ardından tekrar bana bakarak ''Kendine dikkat et melez.''dedi ve dört nala koşmaya başladı.
Kız bana döndü ve ayağımın altına bir şey yerleştirdi. ''Buna bas ve Yunan melez kampına gitmek istediğini söyle.'' dedi. Kızın dediğini yaptım ve ezilme sesinden sonra mekan değişti. Kendimi sık ağaçlarla kaplı bir ormanın içinde, büyük bir kemer üzerine Yunan harfleriyle yazılmış yazıyı okurken buldum; Melez Kampı...