Önümde dört yıllık eski bir televizyon... Sağ tarafımda bir paket yarısı yenmiş cips ve sol tarafımda en az iki aydır buz dolabında durduğu her halinden belli olan çoğu yerinden içeri göçmüş bir Ice Tea şişesi... Saat sabahın 6 sı, okuldan döndüğümden beri yerde oturmamak adına altıma koyduğum yastık iyice gömülmüş. Cebimde babamdan bana kalan tek şey, paslı bir anahtar. Şuan içinde bulunduğum duruma ne denebilir diye düşünüyorum, herşeyden nefret etmek... Sevdiğin, gerçekten yakın olduğun tek insanın geçen hafta "nedeni saptanamayan" bir şekilde ailesiyle yaşadığı dairede ölü bulunması...
"Jody!" annem beni çağırıyor. Kalkmaya çalışıyorum ama kalkamıyorum sanki, televizyonun karlı ekranı beni kendisine çekiyor, sonunda uğraşa uğraşa kalkmayı becerebiliyorum. Sanki çılgınca bir parti verilmişçesine mahfolmuş gibi duran evimize bakıyorum, ağlamak istiyorum ama ağlayamıyorum. Badanası sökülmeye başlamış gri duvarlar üstüme üstüme geliyor sanki, dün gittiğim psikoloğun verdiği ilaçları düşünüyorum... Televizyondan gelen o tiz sesin haricindeki zifiri sessizliği annem adımı sayıklayarak bozuyor bir kez daha...
"Jody," aynaya bakıyorum bir an, "Jodey bugün okulun son günü, giyinmen lazım!" aynada gördüğüm soluk tenli, gözlerinin altı uykusuzluktan morarmış, sanki hayatında bir kez bile gülmemiş gibi bir suratı olan çocuk bana bakıyor. O an anlıyorum, kim olduğunu, benim bu... "Giyiniyim anne..." sesim çıkmıyor sanki, annemin beni duyduğunu umuyorum, "Gene mi kıyafetlerinle yattın?!" cevap vermiyorum, yutkunuyorum sadece, transa geçmiş bir şekilde aynaya bakarken, kapıya doğru yöneliyorum, yürürken ayağıma yerden dün kırılan bardağın bir parçası batıyor, umursamıyorum bile, yürümeye devam ediyorum, sanki herşey bitmişçesine...
Geçen yılın bu zamanlarında yazmıştım. Ahem, teşekkürler.