Kamptaki ilk günüm sona ererken akşam kızıllığında kulübemden çıktım. Biraz hava almak eminim ki iyi gelecekti. Bir kaç saatliğine de olsa her şeyden uzaklaşmak, her şeyi unutmak istiyordum. Yol bir koruya çıktı. Devam ettikçe etrafım yeşilleniyordu. Derin bir nefes alarak sakinleşmeye çalıştım. Gökyüzüne bakmak her zaman rahatlatırdı beni.
Batan güneş gökyüzünü kızıla boyamıştı. Mor ve kırmızı ışıklar hava da dans ediyor gibiydi.
Bu gerçektende iyi geldi. Demek ki ihtiyacım olan şey buymuş. Biraz daha yürüdükten sonra bir ağacın gölgesine geçip ayaklarımı karnıma çektim. Kollarımla etrafıma sımsıkı sarıp orada öylece oturdum. Düşündüm. Bu zamana kadar yaşadıklarımı, hayatımı. Göz yaşlarımı silene kadar ağladığımın farkında değildim. Yavaşça doğruldum ve elimdeki taprakları silkerek koruya devam ettim. Sağa dönünce kendimi büyük bir ahırda buldum. Pegasus Ahırları. Birbirinden güzel kanatlı atlar... Ahıra girmemle o müthiş ızdırabı duymam bir oldu. Sesin nereden geldiğini kalabalık sayesinde anladım. Kuzguni siyahlıkta tüylerini sallandırarak bir pegasus şaha kalktı. Etrafındaki herkes bir adım geri çekildi. Söylenenlerin hepsi benzerdi aslında... 'Bu pegasusun uslanacağını hiç sanmıyorum.' 'Daha önce bu kadar asisini görmemiştim.' 'Yok yok akıllanmaz!'
Pegasusa doğru yürümeye başladım. Arkamdan birisi seslendi. 'Ne yapıyorsun? Yaklaşma!' Kapkara gözlerine bakınca pegasus kişneyerek bir daha şaha kaktı. Gülümseyerek parmak uçlarımda yükseldim ve başını okşadım. Elimin başına değmesiyle inmesi bir oldu. Kulaklarını kaşıyarak, 'Seninle çok iyi anlaşacağız.' dedim. Ellerime doğru nefesini verdi. Gülerek, 'Adın Valerie artık. Güç demek. Aynı senin gibi..' dedim.