Başımdaki ağrının geçmesi fazla zaman almamıştı. Gözlerimi açtığımda yere, dizlerimin üstüne çökmüştüm. Yanımda kollarımı tutan kişi vardı. Kimdi onlar? Neredeydim ben? Tanrım, neden hep benim başıma gelirdi ki? Bugün üçüncü gündü ve artık ayakta kalacak gücüm yoktu. Üstelik bütün gücümü bugün harcamam gerekiyordu. Ne kadar fazla hata yapmıştım öyle? Bu hataların geri dönüşü de yoktu üstelik. Çaresizce ayağa kalkmaya çalıştım fakat kollarımdan tutan iki kişi yerimde durmamı söyledi. Bu gelen seste neydi? Sanki kemikler oynuyordu? Başımı yavaşça kaldırmayı denesem de yapamıyordum. Etrafımdakiler kendime geldiğimi anlamış gibiydi. Durmadan ayak sesleri geliyordu. Nerede olduğumu bilmiyordum ama emin olduğum tek bir şey vardı. Burada hissettiğim karanlık ve korku duygusu içime işliyordu sanki. Kendime sahip olacak durumda değildim. Her an ruhumun çekileceğini, kaybolacağını hissediyordum. Burada bir huzursuzluk vardı.
Gür ve kaba bir ses tonu ile kendime geldim. ‘‘Ayağa kaldırın onu!’’ Beni tutan iki kişi hızla dik durmamı sağladı. ‘‘Ah bırakın beni!’’ Beni yoran şeyin ne olduğunu merak ediyordum. Daha dün görevlerim bittiğinde dinlenmiştim ve mutluydum. Fakat şuan oldukça kötü hissediyordum kendimi. Yeni yaptığım duş yüzünden saçlarım ıslaktı. Lanet olsun! Hasta mı olacaktım yani? Her ne kadar bu durumdan rahatsız olsam da bulunduğum yerden kurtulmam gerekiyordu. Başımı yavaşça kaldırdım ve daha fazla dik durmaya çalıştım. Karşımda üç tane taht duruyordu. Ortada duran tahta siyah saçları olan bir adam oturuyordu. Pelerini gece kadar siyahtı ve ölümlülerin değişen yüzleri görünüyordu. Birden midem altüst olmuştu. Adamın pelerini korkunç olabilirdi ama çokta yakışıklıydı. Güçlü yüz hatları batman’e benziyordu. Adamın yaşında olsam belki aşık bile olabilirdim. Sakince kendimi toparladım ve onun Hades olduğunu düşündüm. Etrafıma bakınca da tahminimin doğru olduğunu anladım. Hades’i herkes tanırdı zaten. Fakat bu adamı dışarıda görsem o kadarda kötü biri olmadığını düşünürdüm. Adamın yüz hatlarından anladığım kadarıyla oda beni inceliyordu. Eh beni seçen tanrılardan biri de oydu belki de. Yüzümün gerildiğini hissettim. Yinede tepki vermemeliydim. Yarışma da buraya kadar gelmiştim. Küçük bir hata yaparsam bütün emeklerim boşa gidecekti.
Yanındaki tahtta oturan uzun boylu bayanı inceledim. Sapsarı saçlarından bir kısmı toplanmıştı. Bir kısmı da omuzlarına dökülüyordu. Eski çağlarda giyilmiş elbiselerden giyiyordu fakat fazla açık gibiydi. Yani dekoltesi oldukça fazlaydı. Bacaklarının tümü neredeyse açıktı. Biraz garip garip baktım. Anlamış olacak ki gülümsedi. Sevimli biriydi. Kahverengi gözleri ve çıkık elmacık kemiklerine sahipti. Gerçekten mükemmel bir bayandı. Büyük ihtimalle Persephone diye düşündüm. Dry ve Cassidy ne kadar çok benziyordu annelerine. Birden istemeden gülmüştüm. Kadın gülümsemesini hala bozmamıştı ama bu sefer gözleri Hades’teydi. Herhalde ona çok aşık diye düşündüm. Fakat Hades, Persephone’u kaçırmamış mıydı? Yer altı narlarından bir tanesini yiyen Persephone, yeraltına hapsolmuştu. Belki de yıllar geçtikçe ona aşık olmuştu. Ya da aşık gibi davranıyordu. Derin bir nefes alıp Hades’in diğer tarafında oturan bayana baktım. İşte bu kadını da tanıyordum. Sapsarı saçları örülmüş ve aralarına çiçekler yerleştirilmişti. Persephone’a benzer bir fiziği vardı. Fakat birazcık daha kısaydı. Persephone, gerçekten de annesine benziyordu. Çok güzeldi. Fakat kızının tersine masmavi gözlere sahipti. Üstünde ise aynı şekil eski moda kıyafetler vardı. Burada olduğu için fazlaca mutsuz görünüyordu. Yüzü, tiksinmiş gibi bakıyordu etrafa. Bence çok saçma… Saray benim çok hoşuma gitmişti. Hatta izin alırsam yakından incelemeyi düşünüyordum, mimarisi gerçekten muhteşemdi. Fakat Hades’in bakışlarını görünce vazgeçtim. Gerçekten kötü bakıyordu.
Hiç beklemediğim bir anda konuşmaya başladı. ‘‘Melez! Kendini ne zaman tanıtmayı düşünüyorsun acaba? Bir tanrı ve tanrıça asla beklemez!’’ Öfkeyle konuşmuştu. Tabi bu lafı biraz gerilememe neden olmuştu. Hades, yanımda duran iskelet kafalı canavarlara işaret verince ikisi de yanımdan ayrıldı. Kendime gelmem fazla uzun sürmemişti. Bu sefer yüzümü daha bir dikleştirmiştim. ‘‘Tanrı Hades, Tanrıça Persephone ve Tanrıça Demeter… Sizi görmek benim için büyük bir onur. Ben Athena kızı, Serena Melanie Holls. Bir görev için burada bulunmaktayım.’’ Hades eli ile çenesini sıvazlıyordu. Konuşmam bitince yüzüne sinsi bir gülümseme yayılmıştı. ‘‘Ah demek bir Athena kızı. Ne kadarda güzel… Ayrıca görevini de biliyorum melez. Hatta bunu sana açıklarım istersen. Senin bildiğini pek sanmıyorum.’’ Dediklerim hoşuna gitmiş gibiydi. Resmen beni küçümsüyordu. Sinirle yumruklarımı sıkıp gözlerimi kapadım. Burada neden bulunabilirdim ki? Düşününce bir mantık yürüttüm. Bu doğru olabilirdi. Zihnimde otomatik olarak doğrulamıştı. Gülümseyerek cevap verdim. Sanki Tanrı Hades’e meydan okuyordum. ‘‘Burada neden olduğumu biliyorum. Yine de teşekkürler Tanrı Hades. Görevim, yeraltından çıkabilmek.’’ Hades’in gülümsemesi durdu fakat konuşmasına devam etti. ‘‘Evet, akıllı melez öyle… Neyse o zaman görevine başlayabilirsin.’’ Tanrıça Hades’in sinirine rağmen Tanrıça Persephone bana gülümseyerek konuşmaya devam etti. ‘‘Buraya kadar geldiğine göre gerçekten de iyi bir melezsin. Şansın açık olsun melez, umarım kazanırsın.’’ Gülümsemesi yüzüne yayılıyordu. Ne kadar şirin bir Tanrıçaydı böyle. İstemeyerekte olsa gülümsedim ve önünde eğildim. Tanrı Hades homurdanırken Tanrıça Demeter hiçbir tepki vermiyordu. ‘‘Teşekkürler Tanrıçam.’’ Hades bir kahkaha attı ve üçü birden kayboldu.
Şimdi ne yapacağım diye düşünecektim ki arkamı dönmemle iskelet savaşçıları görmem bir oldu. Normal ölümlülere benziyorlardı ama daha dikkatli bakınca iskelet olduklarını görebiliyordum. ‘‘Yüce Zeus Aşkına…’’ Gerçekten fazlaydılar. Herhalde birkaç kılıç savuruşum ile ölürlerdi. Fakat iskeletlerin birleşme gibi bir özelliği var mıydı? Bunu gerçekten merak ediyordum. Cebimdeki Işık Saçan’ı çıkartıp kılıç şekline çevirdim. Biraz gerileyip görüş alanımı genişlettim ve gülümsedim. Dönmem ile ilk sıradaki iskeletleri öldürmem bir olmuştu. Bir yandan gülüyor bir yandan da bağırıyordum. ‘‘Ah evet hayatım! Bu işler böyle yapılır. Ahaha!’’ İskeletler şaşırmış gibiydi. Işık Saçan’ın gerçekten güçlü olduğunu söylemiştim. Birkaç vuruş ile hepsi yerle bir oluyordu. Fakat yenileri geldikçe sanki değişiyordu bunlar. Arkamı dönünce yavaş yavaş kendilerine gelmeye başladıklarını gördüm. Yüzüm gitgide soluyordu. Lanet! Nereden bulaşmıştım bu işe… Silahı olmayan iskeletlerin arasından zor kurtulup çantamın yanına koştum. Işık Saçan hala elimdeydi fakat şapkamı takıp görünmez oldum. Çantamı da kapıp kaçmaya başladım. Peşimden geliyordu bazıları. Onları da giderken halledecektim. Bir yandan kaçıyor bir yandan da hepsini dağıtıyordum. İskeletlerinde en kötü yanı buydu ya. Onlar cansızdı, yine canlanabilirlerdi. Yüzümü daha da buruşturdum. Yeraltındaydım ve ben hala buna inanamıyordum. Of of…
Arkamdan gelmeye devam ediyorlardı. Bu sefer ellerinde çeşitli silahlar vardı. Kılıç, ok, hançer… Nereden buluyorlardı bunları acaba? Sinirle arkamı döndüm ve hepsine saldırmaya başladım. Oklara dikkat etmeye çalışıyordum. Ama görünmez olduğum için şanslıydım. Maalesef ki beni göremiyorlardı. Ama kokumu aldıkları belliydi. Bir kere daha lanet ettim kendime. Haydi ama daha başlangıcı bunlardı. Diğerlerini ne yapacaktım? Durmadan devam ediyordum. Ellerimin ağrısına aldırmamaya çalıştım fakat pekte fayda etmiyor gibiydi. Derin bir nefes alıp devam ettim. Sonunda kalan birkaç iskelet uzaklaşmaya başladı. Herhalde benden daha önemli bir şey olmuştu çünkü sarayda çılgınca bir koşuşturma vardı. Buna gerçekten sevinmiştim her ne olmuşsa… Hızlı adımlarla saraydan koşa koşa ayrıldım. Peşime bir sürü canavar takılacaktı. Ah lanet olsun. Bin kere lanet olsun!
Hala ilerlemeye devam ediyordum. Sonunda karanlık bir bahçeye adım atmıştım. Sıra sıra dizilmiş çiçekler hafiften gümüş bir ışık yayıyordu. Ekili tarlaların etrafında bulunan kocaman değerli taşları aydınlatıyorlardı. Değerli taşların arasında bir futbol topu büyüklüğünde elmaslar, yakutlar ve safirler vardı. Büyük ağaçların dallarında turuncu renkli tomurcuklar ve tatlı kokulu meyveler vardı. Hava oldukça serindi. Üşümeye başladığımı hissediyordum. Çantamın içinden kot ceketimi çıkardım ve giydim. Şimdi biraz daha iyiydim. Önümde duran ağaca biraz yaklaştım ve asılı duran narı kopardım. O anda içimde tanıdık, büyülü bir ses yankılandı. ‘‘Sakın, onu yeme tatlı melez.’’ Bu Persephone’un sesi değil miydi? Birden şok olmuştum. Etrafıma bakındım fakat kimse yoktu. Acaba benimle daha konuşacak mıydı? Beş dakika bekledikten sonra konuşmayacağını anladım. Meyveyi yere koydum ve yürümeye devam ettim. Doğru ya, bu meyvelerden birini yersem yer altı dünyasına hapsolurdum. Bir anlık büyülenmeydi işte. Daha fazla dikkatli olmalıydım. Şimdi gideceğim yerin neresi olduğunu tahmin ettim. Aspholdel Çayırları… Fakat üzerimdeki kanat seslerini duymam ile çığlık attım. Yaşlımsı ve çatallı bir ses çığlığım eşliğinde kahkaha atıp konuşmaya başladı. ‘‘Ah melezcik. Beni gördüğüne sevinmedin mi?’’ Ah bu lanet olası Furyalardan biriydi. Hades’e hizmet eden karanlık iblisler… Hades mi göndermişti yoksa? Birden ona karşı içimde nefret hissetmiştim. Zaten yer altı tanrısından ne beklerdin ki? Sinir tanrı… Uçan bir iblise nasıl saldırabilirdim ki. Düşüncelerim yine karmaşık bir hal almıştı. Sırtımda taşıdığım yük daha da bir ağırlaşmıştı. Çantamı yere bırakıp diğer omzuma baktım. Bir yay ve ok… Neler oluyordu böyle? Hayallerim veya düşüncelerim mi oluşturuyordu? Yüzümü buruşturmuştum fakat mutluydum. Yay ve ok daha önce kullanmıştım. Hatta melez kampından önce… Üvey babam ile durmadan yarışırdık ve hep ben kazanırdım. Her kazandığımda da ne kadar dikkatli bir kızsın sen diye başlardı cümlesine. Sanırım bunu başarabilirdim. Yayımı kaldırdım ve okumu geri çektim. Furya bana gülercesine bakıyordu. Fakat atmam ile sanki zamanın durması bir olmuştu. Furya hareket edemiyor gibiydi. Oku atmam ile kaybolması bir olmuştu elimdeki ok ve yay’da… Kim yardım etmişti ki bana? Acaba Persephone muydu? Zihnim hayır diyordu. Belki de başka bir tanrıçaydı. Ama her kim bunu yapmışsa benden karşılığını isteyecekti. Adım gibi emindim.
Sonunda Asphodel Tarlalarına adım atmıştım. Bu tarlada birçok ölümlü bulunuyordu. Öldükten sonra yargılanmak isteyen tüm ölüler buradan geçerdi. Yer altı dünyasının en kalabalık yeri burasıydı. Ağabeyim Daedalusta buradaydı tabi. Köprüler ve yeni mekânlar inşaat ediyordu. Hatta karşıma çıkan birkaç yapıtın onun eseri olduğunu da biliyordum. Çoğu çalışmalarımız birbirine benziyordu. Gülümsemem yüzüme yayılmıştı. ‘‘Kardeş benzerliği diye buna derler galiba.’’ diye mırıldandım kendi kendime. Tarlada yürüdükçe ölümlüler bana bakıyordu. Farklı olduğumu anlamış gibiydiler. Fakat kötü bir haberde burası daha da kalabalık olmaya başlıyordu. Herkes kendi halindeydi. Yürümeye devam ederken arkamdan bir ses duydum. Tanıdık ve hoş bir kız sesi. ‘‘Hey sen!’’ Arkamı dönmem ile şaşırmam bir olmuştu. İkizim, canım, en yakın dostum, hayatım… Mandy’den başkası değildi bu. Uzun sarı saçları örülmüştü. Mavi renk gözleri artık daha bir soluktu. Onu California’da son gördüğümdeki gibiydi. Gülüyordu, oda şaşırmıştı ama bunu bekler gibi bir hali vardı. Bizi Andrew’la tanıştıranda oydu. Sarılmak istiyordum fakat bu imkansız gibiydi. ‘‘Mandy, senin burada ne işin var?’’ Daha sonradan her şeyi anlamıştım. Gözlerim dolmuştu. Etrafı bulanık görmeye başlamıştım. Gözyaşlarım yanaklarımdan kayıp gidiyordu. ‘‘Bana öldüğünü söyleme…’’ Mandy’nin sesi buruklaşmıştı bana bakamıyor gibiydi. Bir an onunda ağladığını sanmıştım. ‘‘Her şey kaybolduğun gün başladı Sere. Andrew seni aradığını fakat ulaşamadığını söyledi bana. Bende sizin eve geliyordum. Anneni aradım fakat artık senin olmadığını ve ömür boyu geri gelmeyeceğini söyleyip yüzüme kapattı. Öldüğünü sandım bir an. Dünyam kararmıştı. Sen yoksan benim yaşamamın ne anlamı vardı ki? İkiz, diğer bir yarısından ayrılabilir miydi?’’ Gözyaşlarıma engel olamıyordum. Benim yüzümden ölmüştü. Her şey benim suçumdu. Nasıl? Nasıl bu kadar salak olabilirdim ki? En yakın dostum benim yüzümden ölmüştü. Üstelik bir hiç uğruna… Evi terk etmemeliydim. Böyle bir saçmalığı yapmamalıydım. Hıçkıra hıçkıra ağlıyordum. Yere çökmem ile kendimi kaybetmem bir olmuştu. Ellerim ile sert toprağa vuruyor ve çığlık atıyordum. Mandy şaşırmıştı. Hemen yanıma çöktü ve bağırmaya başladı. ‘‘Sere kendine gel! Saçmalamayı kes! Evet, öldüm! Ama sen hala yaşıyorsun.’’ Gülümsemişti. Yüzüne baktım ve bende ona bağırdım. ‘‘İkiz, diğer bir yarısından ayrılamaz. Bende öleceğim işte. Senden ayrılamam ikizim! Anlıyor musun?’’ Mandy iyice çaresiz gibiydi. Bu sefer sessizce fısıldıyordu. ‘‘Anlasana deli kız. Bunun olması gerekiyordu. Benim kaderim buydu. Fakat senin yaşaman gerekiyor. Bana her şeyi anlatmanı istiyorum.’’ Tek ağzından çıkan buydu. Ayağa kalktım ve gözyaşlarımı sildim. Kendimi iyi hissetmem için her şeyi yapıyordu. Bende olayları teker teker anlatmaya başladım.
Kız çığlık atmaya başlamıştı. ‘‘İnanamıyorum sana! Sen bir melez misin? Yani bir tanrıçanın kızı… Üstelikte Athena’nın! O tanrıçaya bayılırdın sen. Peki, Tanrıça Afrodit’in kızları var mı?’’ Büyük bir merakla soruyordu. Ben ise bir yandan ağlıyor bir yandan da gülüyordum. ‘‘Evet var. Hepsi de birbirinden güzel.’’ Soruları durmaksızın soruyordu. ‘‘Tanrıça Afrodit’i gördün mü? Ah Tanrım! Nasıl biriydi?’’ Sorusuna cevap vermek için düşündüm. Birkaç kere görmüştüm sanki. ‘‘Evet, birkaç kere gördüm ama detaylı değil. Hoş bir bayan… Neredeyse dünyanın en güzel kadını diyebilirim ve inanmazsın ama Tanrı Ares’le evliler.’’ Gülmeye başlamıştım. Oda bana katıldı hemen. ‘‘Vay be… Bu arada Stephan’ı anlatırken fark etmişsindir herhalde. Biraz konuşmamız gerek bu konuda.’’ Ne konuşacağını gerçekten çok iyi biliyordum. Kafamı salladım ve adımlarımızı yavaşlattık. ‘‘İkiz… Andrew seni hala deliler gibi arıyor. Onu cenazemde tek başına görünce çok kötü oldum. Ağlıyordu ve senin öldüğünü düşünüyor galiba. Üvey ailen öyle diyor doğrusu ve üvey babanın da durumu iyi değil. Sanki vicdan azabı çekiyor gibi.’’ Kalbim hızla atmaya başlamıştı. Andrew beni arıyor, üvey annem öldüğümü söylüyor, üvey babamsa vicdan azabı çekiyordu. Nasıl bir işti bu böyle? Gözlerim tekrar dolmaya başlıyordu. Mandy anlamıştı büyük ihtimalle. Konuşmasına devam etti. ‘‘Ne yapacağını bilmiyorum ama Andrew’u ve aileni bir kere olsun görmeye git. Hele de Andrew… Senden sonra her gün kafa bulmaya başlamış. Ben sadece duyduklarımı söylüyorum tabi. Ayrıca burada bir sürü arkadaş edindim. Hiç biri senin yerini tutamayacak ama.’’ Sesinde hüzün vardı. Kafamı salladım. ‘‘Peki, sadece senin için görmeye gideceğim ve mutlu ol. Bende seni görmeye geleceğim. İkizim olmadan yapamam.’’ Artık vedalaşmamız gerekiyordu. Bir yandan çılgınca ağlıyor bir yandan da el sallıyordum. Hepimiz bu yoldan geçecektik. Gözlerim doluyordu hala. Mandy… O kadar neşeliydi ki. Şimdi solgun yüzündeki o neşeyi göremiyordum. Peki ya Mandy böyleyse, Andrew nasıldı? Onu gerçekten özlemiştim. Görsem bile eskisi gibi olmaktan korkuyordum. Ya Stephan? O ne olacaktı? Onun gibi birini bulamazdım. Ne o Andrew olabilirdi, ne de Andrew o olabilirdi. Kafamın karışıklığı hala devam ediyordu.
Yolumun ne kadar kaldığını hesaplayacaktım ki arkamdan gelen çığlık sesiyle yerimden sıçradım. Arkamı dönünce bana doğru gelen bir grup garip yaratık gördüm. On iki taneydiler neredeyse. Daha dikkatli bakınca onların ne olduğunu anladım. Daimonlar… Yani diğer isimleri ile Kerler. Bu lanet canavarlardan nefret ediyordum. Bu yaratıklar yarı insan, yarı yarasaydı. Suratları yarasalar gibi basık ve tüylüydü. Dişleri uzun ve keskin, gözleri ise pörtlekti. Bedenleri gri renkli bir post ile kaplıydı. Tam olarak anlam veremediğim değişik zırhlar takmışlardı. Kollarındaki deriler kırış kırıştı ve el yerine pençelere sahiptiler. Deri kanatları vardı, bacakları ise hem kısa hem de eğriydi. Komik olabilirdiler fakat gözleri insanı korkutuyordu. Lanet olsun hepsine! Bana doğru gelirken hepsine Işık Saçan’la saldırdım. Bazılarını ya ikiye bölüyor ya da kafalarını kesiyordum. Arkamdan yaklaşan bir daimon kolumu çizmişti. ‘‘Lanet olsun size!’’ dedim ve canavarı ikiye böldüm. Sonunda hepsi ölmüştü. Yere çöktüm ve yaraya baktım. Fazla derin değildi. Fakat canım çok acıyordu. Kan kokusunu duyan yaratıklar buraya gelebilir diye korkuyordum. Çantamı yanıma çektim ve karıştırmaya başladım. Mataramı aldım ve kapağını açıp içmeye başladım. Tadı çok değişikti. Matarayı baktım ve üzerinde ‘ambrosia’ yazıyordu. Bu da nereden gelmişti? Biraz daha içtikten sonra tekrar çantama koydum. Yaram olmasına rağmen yinede kendimi iyi hissediyordum. Yankees şapkamı başıma geçirdim ve çantamı da diğer koluma taktım. Şimdi yoluma devam edebilirdim.
Asphodel’i çoktan geçmiştim. Tahmin edecek olursam önümde büyük kapı vardı. Yani ana giriş ve çıkış. Aklımda bir sürü düşünce uçuşuyordu. Fakat birisine takılmıştım. Kerberus… Bu iş kolay olacaktı. Daha geçen Orthus’u görmüştüm. Hatta çok iyi anlaşmıştık. Fakat Kerberus’un da ilgisini çekeceğimi biliyordum. Gülümsedim kendi kendime. Yoluma devam ederken önümden geçen cehennem tazılarını gördüm. Bunları Hades yollamıştı kesin. Sinirle yunanca küfürler etmeye başladım. Hatta bir tanesi havayı kokluyordu. Kokuyu takip ettikçe peşimden gelmeye devam etti. Hemen buradan kaçmam gerekiyordu. ‘‘Ah lütfen şimdi olmaz, şimdi olmaz.’’ Canavar koklamayı kesip etrafına bakıldı ve diğer arkadaşları ile birlikte sağ tarafa doğru koşmaya başladılar. Bugün şanslı günümdeydim galiba. ‘‘Ah eğer bunu kim yaptıysa sonsuz kere teşekkürler!’’ Havalara uçuyordum. Fazla zaman kaybetmek istemediğim için hemen koşmaya başladım. Bir yandan yaram hava yüzünden acıyordu. Görünmez oldum için şanslıydım. Görünmez olmasaydım belki de cehennem tazıları ile şuan boğuşuyor olurdum. Büyük kapıdan geçtiğimde derin bir nefes aldım. Kerberus çoktan kokumu hissetmiş gibiydi. Şapkamı çıkardım ve ona yaklaştım. Üç tane kafası vardı ve birazda olsa saydamdı. Beni görünce çılgınca havlamaya başlamıştı. Annabeth’in yaptığını yapacaktım yani kardeşine yaptığım gibi… Çantama dün akşamdan yedek bir top koymuştum. Oldukça büyük bir toptu. Bu plan gerçekten harikaydı. Tabi bende de geçerli olur muydu bilmiyorum. Topu yavaşça elimde tuttum ve Kerberus’a bağırdım. ‘‘Hey Kerberus! Bak sana ne getirdim.’’ Üç kafada merakla bana bakıyordu. Sanki yüzyıllar boyunca kimse onunla ilgilenmemişti. Köpeklerin dilinden anladığımı söyleyebilirdim. ‘‘Al bakalım!’’ diye topu fırlattım. Yakalar yakalamaz küçük topu önüme getirdi. Üç kafada dilini çıkarmış bana bakıyordu. ‘‘Sen çok şirinsin ama. Her neyse, tekrar al bakalım.’’ Kerberus daha vahşiydi elinden kurtulacağımı pek sanmıyordum. Uzun süre onunla oyun oynadım. Gerçekten şaka gibiydi. Millet ondan korkarak kaçardı bense onunla oyun oynuyordum. Canavar yanıma gelince onunla ilgilenmediğimi anladı. ‘‘Kerberus, top sende kalsın oynarsın. Ama benim gitmem gerek.’’ Bir kafası hırlıyordu. Bundan oldukça rahatsızdı. Ortada ki kafa acıklı acıklı bakıyordu. Diğer kafa ise umursamaz gibiydi. Büyük köpekle bir yandan konuşup bir yandan da seviyordum sonunda atlatabilmiştim. Oradan koşar adımlarla kaçtım. Başıma şapkayı geçirmeyi de unutmadım tabi. Şimdi sırada buradan kurtulmak vardı.
Styks Nehrini görmüştüm sonunda. Bu nehri ne zaman görsem korkuyla kaplanıyordu tüm bedenim. Buraya giren çok nadir kişiler yenilmez oluyordu. Keşke bende o kadar cesur olabilseydim. Acaba cesur muydum? Sakince nehre yaklaştım ve yansımama baktım. ‘‘Sen cesur musun? Bunu yapabilir misin?’’ diye sordum kendime. Çok solgundum. Yaralı koluma baktım. Belki de bu değiştirmişti beni. Neden yapamazdım ki? Şapkamı çıkardım ve yere koydum, yanına da çantamı. Yavaşça ilerledim nehre ‘‘Neden olmasın ki? Bende yenilmez olabilirim.’’ Düşüncelerime ve büyülenmeme engel olamıyordum. Kalbim hızla atıyordu. Erime ihtimalimde oldukça yüksekti. Arkamda bıraktığım onca insan… Ölebilirdim değil mi? Ölmek bile değil, kaybolurdum. Percy başarmıştı, tabi o bir Poseidon çocuğuydu ve şanslıydı. Ama bende başarabilirdim. Tam nehre adımımı atacakken buz gibi bir ses beni durdurdu. ‘‘Küçük melez, bence adımına dikkat et.’’ Hemen uzaklaştım nehirden. Gerçekten korkmuştum. Nehre gerçekten girebilecek miydim? Beni uyaran kişiye baktığımda onun Charon olduğunu anladım. Siyah bir pelerin vardı üstünde. Kapüşonunu da kapatmış bana bakıyordu. Resmen kuru bir kafaydı bu. Göz çukurları simsiyahtı. Şapkamı çantama koydum ve kayığa adım attım. Cebimde bulunan drahmileri ona verdim. Belli olmuyordu ama gülümsüyor gibiydi. ‘‘O zaman yolumuza devam edelim.’’ dedi ve ilerledi. O beni buradan çıkarabilecek tek kişiydi. Her şey geride kalmıştı artık. Kayığa oturdum ve derin bir nefes aldım. Gülümseye başlamıştım. Bu gerçekten harika bir duyguydu. Sonunda yer altı dünyasından sağ salim çıkmıştım. Şimdi sıra yaramı iyileştirmekteydi. Her ne olursa olsun. Unutmadan Tanrıça Persephone’a da teşekkür etmem gerekirdi. ‘‘Teşekkürler Tanrıça Persephone.’’ diye mırıldandım ve etrafı izlemeye başladım.
Yolumuz bitince kayıktan indim ve yanımdaki Charon şekil almaya başladı. Gülümsemiyordu çok soğuk bir ifadesi vardı. Güneş gözlükleri vardı ve kulaklıklara sahipti. Çok sertti. Aslına bakarsanız özel ajanlara benziyordu. Takım elbisesi de çok düzgündü. Bir anda karşımda asansör belirmişti. Charon binmemi söyledi. Bindikten sonra kapılar kapandı ve hızla yukarıya çıkmaya başladık. Sanırım yolculuğumun sonuna gelmiştim. Asansör kapıları açıldı ve hemen oradan çıktım. Bir sürü ruh vardı. Charon bana baktı ve konuşmaya başladı. ‘‘Umarım bir daha karşıma çıkmazsın melez.’’ Sesindeki soğukluk beni sinir etmişti ama yinede aldırmadım. NSÖ Plakçılıktan çıktım ve beklemeye başladım. Ya ışınlanacaktım ya da biri beni almaya gelecekti. Her zaman ki gibi… Yaşadığım şeyleri düşününce kendi kendime güldüm. Eğlenceli ama yorucu bir gündü.