-Sonun Başlangıcı- ( 15 Şubat / Saat 02.10)
Saat kulesine yıldırım düşmüştü… Gecenin karanlığı ipek bir çarşaf gibi yırtılarak aydınlanmış, on ikiyi vuran saatin sesi o an kısılmıştı. Mavi ışık; görücüsünü haklı çıkarmış, saat kulesinin çatısını kızıl alevlere dans pisti yapmıştı. Haklı çıkmıştı işte, haklıydı… Tarih 15 Şubat’tı. Saat kulesine yıldırım düşmüştü…
İtfaiye ekipleri gelip tarihi kulenin çatısındaki yangını dizginlemeye çalışıyorlardı saatlerdir, ama alevlerin öfkesi dinmek bilmiyordu. Kulenin şehri izleyen gözü gibi parıldayan saat artık yanmış, grimsi bir renk almıştı. Kulenin gözleri kör olmuştu. Akreple yelkovan üst üste donup kalmış, sevişirken ölen iki sevgiliye benziyordu şimdi. Mavi ışık onları beraber yakalamış, yakmıştı.
Vakit gecenin ikisiydi. Meydanda toplanan halk şehrin simgesi olan saat kulesinin yanışını endişeli gözlerle izliyordu. Yaşlı kadın ve erkeklerin ise yanaklarında gözyaşı vardı. Yıllar boyunca her gün aralıksız duydukları ses belki de artık sonsuza kadar susacaktı. Hiçbir ses, hiçbir görüntü anılarındaki o kulenin yerini alamayacaktı. Saat kulesine yıldırım düşmüştü artık…
Manzarayı gayet net gören bir köşe başında dikiliyordu siyahlı adam. Başında geniş bir şapka, üzerinde dizlerine kadar inen kara bir palto vardı. Ellerini ceplerine sokmuştu. Nefesinin buğusu gözlerinin önünde bir belirip bir kayboluyordu. Gözleri, kulenin kör olan gözüne dikilmişti. Neredeyse nefes almadan bakıyordu o noktaya. Akreple yelkovan on iki rakamının üzerinde sabitlenmişti. Hayal değildi, rüya değildi, yalan değildi… Gökten inen mavi ışık kuleyi tam gece yarısı yakmıştı. Tıpkı… Tıpkı çingene kampındaki o kör çocuğun söylediği gibi. Ne demişti çocuk? “Haksızlığa uğrayan en kısa ayın yarısı ısırılıp yutulduğu gün gelecek… Gökyüzünün mavi kırbacı yağmurdan daha hızlı inecek ve şehrin en parlak gözü anında kör olacak, tıpkı benim gibi. Bu bir günün ölüp yenisinin doğdu an gerçekleşecek…”
Siyahlı adam sendeler gibi oldu ve hemen yanında duran tabelanın demirine tutundu düşmemek için. Hava eksilerdeydi ama o terliyordu. Gözkapaklarını indirip derin bir soluk çekti içine. Zihninin karanlığında bir çift gri göz belirdi. Kör çocuğun doğuştan sakat gözleri onun içini okuyordu. Açtı gözlerini ve çocuğun hayali kayboldu. Solukları hâlâ düzensizdi, sanki biraz da titriyordu. Ama soğuktan titriyordu herhalde, tabi canım. Başka neden titreyecekti ki? Korkudan olacak hali yok ya. Daha neler…
Demiri tutmaktan üşüyen elini tekrar cebine soktu. İtfaiyeciler yangını artık kontrol altına almıştı. Onları izleyen kalabalık giderek büyüyordu. Peki ya saat? Saat kör gözleriyle onlara bakıyordu. O lanet çocuk gibi aynen, griye dönen gözünü dikmiş pis pis bakıyordu ta ruhlarına kadar.
Siyahlı adam bacaklarının artık kendisini taşıyamadığını fark edince karla kaplı kaldırıma oturdu. Ellerini göğsünde birleştirmiş, farkında olmadan ileri geri sallanıyordu. Korkuyordu… Bunu kendine itiraf etmeliydi, etmeli ve hemen bir şeyler düşünmeliydi. Bir yolu olmalıydı mutlaka, bunun mantıklı bir açıklaması olmalıydı. Aksi takdirde “ses” onu çağıracaktı. Haksızlığa uğrayan en kısa ayın son günü, güneş karanlığa yenilirken “ses” gelip onu alacaktı. Çocuk öyle demişti. Eğer bu sefer de haklı çıkarsa… Bu sefer de haklı çıkarsa tam iki hafta sonra atalarına kavuşacaktı. Aniden içinde karşı konulması güç bir istek doğdu. Hemen şimdi silahını çekip kendini öldürebilirdi. Hemen şimdi, burada, kendi elleriyle… Böylece o düzenbaz çocuk da yalancı çıkmış olurdu. Yanıldığını anlayacak ve utancından mosmor olacaktı. Seni lanet, gözsüz, yaban domatesi kılıklı velet! Kahkahalarla gülmeye başladı, gözünden yaş akana kadar güldü güldü güldü… Birkaç saniye sonra ise hıçkırarak ağlıyordu…
-Sonun Sonu- (29 Şubat / Saat 16.45)
Şehri ikiye bölen nehrin serin suları ayaklarını yıkarken hafifçe gülümsedi. Etrafta yarım metre kar vardı, ama o nehrin kenarına oturmuş ayaklarını suyun içinde ağır ağır kımıldatıyordu. İçinde bir şeyler yanıyordu iki haftadır. Damarlarında kan değil de saf alkol dolanıyormuş gibi. İçinde bir yerler cayır cayır yanıyordu. İki hafta önce yıldırım düşen saat kulesi gibi.
Ellerini yumruk yapıp kafasına vurmaya başladı. Gözleri kararana kadar yumrukladı kendini. Bir yandan da “Hayır…” diye inliyordu. “Hayır… Hayır… Unut o geceyi, unut. Hatırlama. Düşünme, unut… Hayır… Hayır…” Gözlerinin önünde minik, siyah noktalar uçuşmaya başladı. Başı feci şekilde ağrıyordu. Ama sorun değildi. Alevler içinde, kör olan tek gözüyle ona dik dik bakan kulenin hayali silinmişti. Kısa süreliğine de olsa gitmişti. Kıkırdayarak güldü.
Burnunun aktığını hissetti ve paltosunun eteğine sümkürdü. Siyah paltosu artık kirden ve tozdan griye dönmüştü. Sakalı ve saçları uzamış, leş gibi olmuştu. Ayakları morarmıştı, donmak üzereydi. Günlerdir devamlı soğuk suya sokuyordu. Ama çıkaramazdı sudan, eğer çıkarırsa alev alabilirdi. Kulenin çatısı gibi tutuşurdu, kimse söndüremezdi o zaman. Yanmak istemiyordu, hiç istemiyordu. Gözlerinin altı da mosmordu. Yorgunluktan bayılana kadar uyanık kalmaya çalışıyor, baygınlığı geçip de kendine geldiği zaman öfkeden kafasını yumrukluyordu. Uyursa çocuğun gözleri ruhuna bakıyordu çünkü. Onun bir daha asla ruhuna bakmasına izin vermeyecekti. Asla!
Sırtı ağrıdığı için oturuş pozisyonunu değiştirmeye çalıştı, tabi ayakları sudan bir an bile çıkmamalıydı. Kımıldanırken üstündeki paltonun önüne ilişti gözleri. Paltonun renginin siyah olmadığını ilk o zaman fark etti işte. Siyah değildi, evet. Şey gibiydi sanki, şey… Gri gibi... Soluğunu tutup ışığı neredeyse sönmek üzere olan gözlerini kocaman açtı. Gri! Gri onu ele geçirmeye çalışıyordu. Önce kâhin çocuğun gözlerini ele geçirmişti, sonra da saat kulesinin gözlerini. Şimdi de onun gözlerini, hatta ruhunu ele geçirecekti. Grinin planı buydu işte! Çevik bir hareketle paltoyu üzerinden çıkartıp suya fırlattı. Nehrin çağlayan suları birkaç saniye içinde yuttu onu.
Adam rahat bir nefes aldı, şimdi yine gülümseyebilirdi. Ah, o kadar yorgundu ki. Gözlerini azıcık kapatıp uyuyabilseydi keşke. Günler sonra, iki dakikalığına da olsa kâbus görmeden uyuyabilseydi keşke. Gözkapakları birbirine değdiği an o “ses”i duydu.
Yerinde sıçradı bir an ve hemen etrafa bakınmaya başladı. Birisi fısıltıyla adını söylemişti. Çevreyi tarayan bakışları nehrin üzerine geldiğinde sabit kaldı. Yavaşça yutkunup “Sen…” diye mırıldandı. Kâhin çocuk nehrin üzerinde belirmişti. Gülümseyerek ona bakıyordu, gülümsemesi korkunçtu. Ama gri gözleri kadar değil. Asıl ödünü koparan onlardı, bir çift cansız göz. Çocuk ufak adımlarla gelmeye başladı, suyun üstünde rahatça yürüyordu. “Seni görüyorum.”dedi umulmayacak kadar sıcak bir sesle. “İçini görüyorum. Korkma artık. Vakit geldi. Bak, güneş batmaya başladı. Sesimi dinle, bana odaklan. Sesimi dinle…” Çocuk, dizlerinin dibine kadar gelince ellerini uzatıp adamın başını tuttu ve göğsüne bastırdı. Adam hıçkırarak “K-Korkuyorum…”dedi. “Çok korkuyorum.” Kâhin çocuk yine güldü. Vücudu ne kadar da sıcaktı. Ama adam onun tenine değer değmez yanmaktan hiç korkmadı, yakmayan bir sıcaklıktı bu. “Korkmana gerek yok artık. Bak ben geldim. Sana sesimi dinletmeye geldim. Sesimi dinle, kapat gözlerini ve sesimi dinle.”
Adam gözlerini kapattı. Önce yüzü gerildi sonra bir gülümseme ve huzur çöktü. Saat kulesini gördü zihninin karanlık köşelerinde, kule yanmıyordu artık. Saat on ikiyi vuruyordu, sesi ne kadar da güzeldi. İnsanlar ona bakıp alkışlıyorlardı. Kimi mutluluktan ağlıyor, kimisi de ıslık çalıp çocuklar gibi zıplıyordu.
Çocuk incecik sesiyle “Gidelim mi artık?” diye sordu. Adam onaylarcasına başını salladı. “Peki, ama paltomu da alabilir miyiz?” Ses “Gerek yok,” diye cevap verdi. ”Gideceğimiz yerde ona ihtiyacın olmayacak. Artık gidelim mi?” Adam içini çekerek “Gidelim.” dedi ve o an sanki yüksek bir yerden düşüyormuş hissine kapıldı. Komik, heyecanlı bir histi bu. Nehrin suları gibi serin, çocuğun göğsü kadar sıcak… Ve elleri iki yana düştü… Güneş batmıştı, ufuk çizgisinin kızıllığı yerini mavimsi bir tona bırakıyordu. Ama tüm bunlardan daha önemli bir gerçek vardı ortada. Saat kulesi artık yanmıyordu...