O gün, okuldan eve yeni dönmüştüm. Disleksi hastalığım yüzünden okul çekilmez hal alıyordu. Normal öğrenciler bile okuldan nefret ederken, bizim gibi sorunlu öğrencilerin nefret etmemesi için ortada bir neden yok gibi görünüyordu. Okuldan gelir gelmez, çalışma odasında çalışan babamın yanına giderek ona sarıldım ve haber verdim. "Baba, arkadaşlar halı saha maçına çağırıyorlar, gidiyorum ben." dedikten sonra itiraz etmesine izin vermeden kapıyı kapatarak odama gittim. Odam, her zamanki gibi darmadağındı. Deneylerim de masanın üzerinde duruyordu. Evet, ben okuldan nefret eden bir çocuktum ama deneyler, benim için her zaman bir tutku olmuştu. Değişik şeyler yaratmak, gayet ilgi çekici geliyordu bana. Oturup okulda, anlayamadığım dersleri dinlemektense burada çalışmayı tercih ederdim doğrusu. Deneylerime gelince devam etmek umuduyla onlara baktım ve ardından çantamı kaparak halı sahaya doğru ilerlemeye başladım.
Futbol, benim için deneylerden ve yaratmaktan sonraki en büyük tutkuydu. Arkadaşlarım ne zaman bir forvete ihtiyaç duysa, bir telefonla halısahada oluyordum. Ve bugün de öyle yapmıştım. Spor çantamı kaptığım gibi bisiklete atlayarak halı sahaya vardığımda herkesin şaşkın bakışlarını üzerime toplamıştım. Neler olduğunu düşünüyordum ki, buradakilerin hiçbirinin tanıdık olmadığını fark ettim. Mahcup bir tavır takınmaya çalıştım. "Özür dilerim, yanlış geldim sanırım." dedikten sonra arkadaşımı aramak üzere telefonumu karıştırırken bir el beni durdurdu. "Yanlış gelmedin genç adam. Ben çocukluk arkadaşın Bill. Hatırlamadın mı yoksa?" diyerek beni oyunun içine çekti. Oysa ben onu hatırlamıyordum. Bozuntuya vermemeye çalıştım ve mevkide yerimi aldım. Maç başlamak üzereydi, son alıştırmalar yapılıyordu. Ama bu sırada halı sahanın içine kocaman bir boğa, hayır insan. Hayır, her ikisinin karışımı olağandışı bir varlık girmişti. Bağırarak uzaklaşmaya çalışırken Bill, elime bir kılıç verdi. Ben bununla ne yapabilirdim ki? Kılıca baktım, kılıç da bana baktı. Uzun süre bakıştıktan sonra üzerime doğru gelen yarı insan, yarı boğa şeyi öldürmekti amacım, sanırım. Ama yarı insan, yarı boğa şey üzerime üzerime geliyordu. Bilgilerimi tazelemeyi düşündüm, mitoloji dersinden bir varlıktı sanki. Çenemi kaşıdım, hatırlıyor gibiydim. Bu sanırım bir minotordu. Çığlık atarak bağırdım. Korkuyordum, ben yoksa bir tanrı falan mıydım? Bir an yüzüme yayılan gülümseme, minotor adlı yaratığın hız yapmasıyla korkuya dönüştü. Kılıç, elimde öylesine beklerken kılıcı bir hışımla minotorun üzerine attım ama Bill bana kızdı. "Hayır, hayır! Onu saplayacaksın. Şimdi gidip al." dedikten sonra bana emirler yağdıran bir çocuğun varlığıyla kendimi köpek gibi hissettim. Kılıcı koşarak yerden alacaktım ki minotor önüme çıktı. Sanırım artık ölecektim. İçimden dua ederken bir el kadar yakınımdaki kılıcı gördüm. Minotor salyalı ağzıyla üzerime gelirken yapabileceğim en çılgın şeyi yaparak minotorun ayaklarının arasından geçtim ve kılıca uzandım. Ardından kılıcı minotora sapladım. Her yerin kan gölü olmasını beklerken, sadece yoğun bir toz dumanı oluştu. Açıklama yapması için Bill'e döndüm, o ise gülümsedi. "İyi kurtardın melez." Melez mi? Sanırım Bill'in oralarda tanrıya melez diyorlardı. "Ne melezi ya?" dedikten sonra derin bir iç çekti ve gözlerini devirdi. "Annen bir tanrıça. Şimdi seni onunla tanıştıracağım." dedikten sonra ben itiraz etmeye kalkamadan gökten inen kanatlı bir atın üzerine bindik. Bunlar yetmemiş gibi Bill de anlatmaya başladı, beni ürkütüyordu. "Bak Nicholas, ben yarı insan, yarı keçi bir satirim. Ve sen de yarı tanrı, yarı insansın. Seni bir kampa götürüyorum, orada güvende olacaksın." dedi ve turuncu t-shirtli insanların ta uzaktan gözüktüğü yere indik.