"Uyan.. Uyan Adrian.."
Adımı fısıldayan bu hoş sesin sahibi kimdi acaba? Daha önce hiç duymadığım bir ses olduğunu tahmin etmekle beraber, hafızamın hala yerinde olup olmadığını bilemediğim için buna emin olamıyordum. Üstüne uzandığım zeminin soğukluğunu hissedebiliyordum. Sanki bir savaştan çıkmış gibiydim. Yorgunluğum bir yana, tüm vüdudum ağrı içindeydi. Ama öyle bir güç hissediyordum ki içimde, yorgunluktan bitap düşmüş bedenime ve ağrılarıma rağmen ayağa kalkabilecekmişim gibi.. Belki de saatlerce durmaksızın koşabilecekmişim gibi..
Gözlerimi araladım.. Yanıbaşımda oturup bana bakmakta olan kadının güzelliğinden miydi acaba başımın dönmesi, yoksa kadından dört bir yana yayılan ışık mı sebep oluyordu buna? Doğrulmama yardım etmek için elimi tuttuğunda, tüm ağrılarım ve yorgunluğum geçmiş gibiydi. Beceriksizce ayağa kalkıp etrafıma baktım. Her yer yemyeşildi. Ne Manhattan'daki evimizde, ne de okulumda olmadığım aşikardı. Peki neredeydim ben? Bu ıssız bucaksız yeşillik neyin nesiydi? Karşımda duran kadın kimdi? Yüzüne baktığımda şaşkınlık ve hayranlıktan ağzım bir karış açıldı. Bu kadar güzel bir kadın nasıl gerçek olabilirdi? Toparlanmaya çalışıp aklımdaki cevapsız soruları ona sormaya karar verdim.
"Neredeyim ben? Ya siz.. Siz kimsiniz? Adımı nereden biliyorsunuz?"
"Bunların şu an için bir önemi yok Adrian." dedi kadın aklımı başımdan alan bir gülümsemeyle. "Önemli olan, büyük bir tehlike içinde olman. Sana sonsuza kadar yardım edemem. Artık kendi başına idare etmek zorundasın. Zamanım dolmak üzere, yanında daha fazla kalamam."
"Neden? Bana ne oldu? Bana daha önce de mi..."
"Adrian..." diye fısıldayıp susturdu beni. "Soruların biraz beklemek zorunda, sana bunları açıklayacak vaktim yok. Gitmeden sana bunu vermek istiyorum, babandan bir hediye."
"Babam mı?" Bana uzattığı iskambil kartını alırken sordum şaşkınlıkla. Babam yıllar önce ölmüştü, onu hiç görememiştim bile. Karta baktım, bu bir kupa as'tı.
"Evet, ihtiyacın olduğunda kartın üstündeki kalbe baş parmağınla dokunman yeterli. Bunları sana açıklayacak vaktim yok Adrian. Şu an için tek söyleyebileceğim arkandaki büyük ağaca doğru koşman gerektiği, hem de hemen!"
Arkamı döndüğümde bir kısmı altın gibi parlayan devasa bir ağaç gördüm. Neden oraya koşmam gerektiğini sormak için döndüğümde kadının orada olmadığını farkettim. Artık tamamen yalnızdım. Ama birkaç saniyede nasıl gitmiş olabilirdi? Neden hiçbir şeyi açıklama zahmetine katlanmayıp kafamda dönüp duran cevapsız sorularla beni burada bırakmıştı? Tüm bunlara rağmen ona güvenmeye karar verdim. Ağaca doğru yürümeye başladım. Göründüğü kadar yakın değildi anlaşılan, 5-10 dakika yürümem gerekecekti.
Ansızın bir kükreme sesi duydum arkamdan, bu korkunç ses bir aslana, ya da o tür bir şeye ait olmalıydı. Neden koşmak zorunda olduğum anlaşılmıştı. Arkama bakmadan tüm gücümü kullanarak koşmaya başladım. Yüzümü yalayan soğuk esintiye aldırış etmeden koşmaya devam ediyordum. Elimdeki iskambil kartını yere attım, vahşi bir hayvandan kaçarken ne işime yarayacaktı sanki? Ne kadar hızlı koşarsam koşayım, arkamdaki hayvan yaklaşıyordu. Ağaca hiç ulaşamayacak gibiydim. Artık adımlarının çıkardığı sesi bile duyabiliyordum, çok büyük bir şey olmalıydı. Hayvanın vahşi kükremesini tekrar duyduğumda üzerime atlamaya hazırlandığını anladım. Birkaç saniye sonra sırtımı kesen pençelerin etkisiyle yüzüstü yere düştüm. Yana yuvarlanıp yüzümü üstümdeki şeye çevirdiğimde onun bir hayvan olmadığını anladım. Devasa bir köpek gibiydi, ama uzun, sivri dişleriyle yüzü korkunç bir görüntü oluşturuyordu. Tam kendimi ölüme hazırlamışken sağ elimde bir şey olduğunu hissettim. Bu az önce attığım kupa as'tı. Çaresizlik bana o gizemli kadının söylediklerini hatırlattı. Baş parmağımla kartın üzerindeki kırmızı kalbe bastım. O an neler olduğunu anlayamadım, elimdeki iskambil kartı bir anda bir kılıca dönüşmüştü. Saniyenin onda biri kadar bir süre elimdeki gümüş kabzalı, yaklaşık bir metre boyundaki kılıca baktıktan sonra, kılıcı üzerimdeki yaratığın vüduduna sapladım. Yaratık bir anda buharlaştı. Neler olup bittiğine bir anlam veremeden sırtıma aldığım pençe darbelerinin acısına yenik düştüm.
Uyandığımda ne ağaçtan, ne yaratıktan, ne de sırtımdaki acıdan eser yoktu. Hastane gibi bir yerde, bir yatağa uzanmış yatıyordum. Hayal mi görüyordum bilmiyorum ama, karşımda belden yukarısı insan, aşağısı ise at şeklinde olan bir yaratık duruyordu.
"Merhaba Adrian, ben Kheiron." dedi gülümseyerek.
Onun mitoloji dersinden bildiğim bir at adam, yani sentör olduğunu, ayrıca bu yunan mitolojisinin, tanrıların, titanların ve diğer her türlü saçmalığın gerçek olduğunu, babamın da bu tanrılardan biri olduğunu ve dolayısıyla benim de bir yarı tanrı, yani melez olduğumu, melez olduğum için hayatım boyunca peşime düşen canavarlardan beni kurtaranın Afrodit, yani güzellik tanrıçası olduğunu, hafızamdaki bazı boşlukların da onun bu tür olayları hatırlamamam için yaptığını, bana gösterdiği ağacın da bulunduğumuz yeri koruyan sihirli sınırların başlangıcı olduğunu öğreneceğim yerdeydim işte, yani Melez Kampı'nda...