Bu gün evde tek başıma kalacağım, istediğim kadar abur cubur yiyebileceğim ve korku filmi izleyeceğim ilk gece olacağından oldukça rahat ve heyecanlıydım diyebilirim. Tatlı üvey annem evden çıkarken, bana oldukça sulu bir iyi geceler öpücüğü verdi. Ve tabii;
"Yatmadan önce ışıkları kapat, ocağı çok kullanma, evi dağıtma, kanepede uyuya kalma." gibi nasihatler de cabası. Ama bugün onun ve babamın, yani öz babamın, evlilik yıl dönümleri olduğu için sesimi çıkarmadım(Ayrıca üvey annem ilk kez yanında ben olmadan bir yere gidiyordu. Nedenini sormayın, ben de bilmiyorum.) ve onlar siyah Porsche'larına binene kadar pencereden onları izledim.
Sonunda gittiklerinden emin olduktan sonra kendimi yumuşak, kırmızı kanepeye attım ve deli dolu bir zafer narası attım. Kare biçimli minik sehpadan kumandayı kapınca sırıtarak;
"Jane, bugün senin zafer günündür!" diye kendi kendime konuştum. Sonra ne yaptığımın farkına varıp;
"Ama bu zaferi insanların beni deli sanmasına yol açacak bir şekilde kendi kendime konuşarak kutlayamam. O yüzden... Doğru mutfağa!" dedim yerimden aniden zıplayarak. Ama her zamanki sakarlığım tutar ya, az önce üzerinden kumandayı aldığım sehpaya dizimi çarptım ve yere devrildim! Sağ izimin biraz aşağısında oluşan keskin acıdan gözlerim doldu ama muhtemelen kanayan yarama bakmak için kalkmadım. Daha doğrusu, kalkamadım. Çünkü pencere pervazında ki şey beni dehşete düşürmüş, koyu gri gözlerimin fal taşı gibi irileşmesine neden olmuştu! Gördüğüm şey, bir kadındı. Ama keşke onun Angelina Jolie'ye falan benzediğini söyleyebilseydim. Bu kadının tutam tutam örülmüş, siyah, uzun saçları, garip bir şekilde parlayan sapsarı gözleri, çarpık bir şekilde sırıttığından ortaya çıkan çatallı bir dili ve oldukça kalın, garip bir açıyla birleşen iki bacağı vardı.
O kadar şaşırmış ve korkmuştum ki düştüğüm yere, ağzım açık bir vaziyette mıhlanmıştım sanki. Bu kadının hayal ürünü olmasına imkan yoktu, öyle gerçek görünüyordu ki!
Tuhaf görünümlü kadın, hareket ettirdiğinde, eklemsiz olduğu anlaşılan bacağını kaldırdı ve pencerenin camına vurdu! Cam anında parçalanıp, modern biçimde döşenmiş odanın her tarafına saçıldı! Birkaç(!) tanesi hala yerde sere serpe yatan vücuduma denk geldi ve dizimin altındaki yaraya yenileri eklendi. Bunun iyi tarafı kendime gelmem ve hızla ayağa kalkıp, son sürat kapıya koşmam oldu. Kötü tarafı ise kadını eve girmekten alıkoyan camın parçalanması ve onun içeri süzülmesiydi. O anda fark ettim ki eklemsiz, kalın bacaklar sandığım kadına ait olan şeyler aslında pullu ve sert görünümlü yılan kuyruklarıydı!
Sanki yapınca bir şey değişecekmiş gibi elime geçen büyük bir vazoyu kadına-Ah, pardon. Yaratığa attım. Onun bu saldırıyı pamuk yakalar gibi kolayca engellediğini düşünürsek, işim bitmişti. Ama en azından gümbür gümbür atan kalbimin eşliğinde kapıya ulaşmıştım!
Yapmam gereken tek şey kolu çevirmekti ama... Neden olmuyordu? Yüzümü feci bir çaresizlik kaplarken kapının koluna daha çok asıldım, hiçbir şey olmadı. Yaklaşan bir sürünme sesi de kulağıma gelince (Ki, bu benim gibi bir DEHB hastalığı olan biri için oldukça tuhaftı.) kapıyı yumruklayarak;
"İMDAT! YARDIM EDİN! YARDIM EDİN!" diye haykırdım, ancak hiçbir şey olmaması sonunda;
"BABA!!! ANNE!!!" diye çığlık atmama ve hıçkırarak ağlamama neden oldu. Eğer o sırada boynuma dolanan bir el hissetmesem, çaresizlik içerisinde yardım dilenmeye devam edebilirdim.
Yaratık beni boynumdan tuttuğu gibi karşı duvara fırlattı! Ben muhtemelen omurgam kırıldı diye düşünürken ikinci bir saldırı geldi! Yaratık, yılan kuyruğu gibi bacaklarından biriyle belimi kavradı ve beni üvey annemin porselen tabaklarını koyduğu, camdan yapılma dolaba doğru fırlattı! Dolaba çarpıp, her şeyi kıran bedenim, artık kan banyosu yapmış gibiydi. Vücudumun her tarafı öyle bir acıyla kaplanmıştı ki ağlasam bile yüzüme düşen göz yaşları canımı yakıyordu. Kollarıma değen kızıl saçlarım da kandan nasibini almış bir şekilde değdiği yerleri acıtıyordu. Yaşadığım şok, korku ve acı nedeniyle bilincim yavaş yavaş kapanırken gördüğüm son şey açmaya uğraştığım kapıdan giren, gözlerimi acıtacak derecede parlak olan bir cismin, yaratığın buharlaşmasına neden olmasıydı...
***
Hissettiğim tek şey sırtıma değen yumuşak bir şeydi. Huzurlu muydum? Kesinlikle hayır. Ama nedenini kestiremiyordum. Neden huzurlu ve mutlu değildim? Neden gözlerimi açmaya korkuyordum? Beynimde pek çok soru labirentte kaybolmuşçasına ilerlerken sesler duymaya başladım.
"Jans, lütfen tatlım. Uyan."
Bu sesi tanıdığım söylenemez ama tınısı tanıdık geliyordu. Aynı cümle bu sefer babama ait olduğunu düşündüğüm bir ses tarafından tekrarlanınca yavaşça gözlerimi açtım. Karşımda babam ve onun yanında da üvey annem vardı. Kaşlarımı çattım ve oldukça zayıf bir sesle;
"Baba?" dedim. Babam kızıl-kahverengi saçlarının gözlerinin önüne düşmesine neden olacak şekilde kafasını salladı. Gülümsüyordu ama mavi gözleri gerçeğin aslında öyle olmadığını ifade ediyordu.
Üvey anneme baktım. Bana gülümsedi ve;
"Sana anlatacağımız çok şey var. İyi misin hayatım?" diye sordu. Başımı salladım ve doğruldum. Beynim kayıyormuş gibi oldu ama toparlandım. Babamın yardımıyla ayağa kalktım ama kaburgalarımda sanki kaynıyormuşçasına çok kötü bir acı vardı. Nedenini o anda hatırladım, tuhaf bir yaratığın saldırısına uğramıştım ben! Kollarımdaki ve bacaklarımdaki pek çok çizik yaratığın sayesinde olmuştu. Beyaz örtülü bir yatakta yatmam o yaratığın suçuydu. İçimde fazladan kafein almış gibi bir enerji ve büyük bir nefret dalgası yükselirken dişlerimi sıktım.
Babam ve üvey annem beni balkon benzeri bir yere götürdüler ve oturunca içine çöktüğüm bir koltuğa oturdum. Balkonun duvarlarında kurutulmuş biber, nane ve benzeri baharatlar vardı. Duvarlar krem rengine boyanmıştı. Manzara ise dev bir beton yığınından başka bir şey olmayan New York'un epey tepeden görünüşüydü. Derin bir nefes aldım ve babamla üvey annemin bakıştıklarını gördüm. Daha önce yapmadığım bir şekilde anında söze başladım;
"Bana inanmayacaksınız ama beni bu hale getiren şey yarı yılan, yarı kadın bir şeydi. Evi mahvetti ve beni neredeyse öldürüyordu. Hayal mi görüyorum? Yoksa kamera şakası yaptınız da ters mi gitti?"
Üvey annem derin bir nefes aldıktan sonra;
"Sana inanıyoruz canım. Ama senin de bize inanman lazım. Anlaştık mı?" dedi. Ben de kaşlarımı kaldırarak;
"Neyim ben? 9 yaşında mı? O gördüğüm şeyden sonra ne anlatsan inanırım." dedim. Keşke bunu yapamayacağımı bilseydim ama iş işten geçmişti. Üvey annem anlatmaya başladı;
"Sana saldıran şey bir Drakon'du. Yarı dişi insan, yarı yılan yani. Senin gibi pek çok melezin korkulu rüyası sayıl-" Sözünü keserek;
"İyi de ben melez değilim ki! Babam annemin de Amerikan olduğunu söylemişti." dedim Drakon'u es geçerek, nasıl olsa onun varlığına çoktan inanmıştım.
Üvey annem bu dediğime gülümsedi ve;
"Farklı ırklardan doğanları kastetmemiştim, tanrı ve tanrıçaların ölümlülerden doğan çocuklarını kastetmiştim. Yani melezler. Senin gibi. Annen bir tanrıça Serenity." dedi. O bunu söyledikten sonra bir an öylece baktım sonra karnımı tutarak gülmeye başladım! İşte buna beni inandıramazlardı! Drakon olayı hala büyük bir meraktı ama tanrılar? İşte bu imkansız.
Kahkahalarımı zar zor bastırdığım bir anda babamın ve üvey annemin bana hayal kırıklığı ile baktığını gördüm. Gülmekten zar zor nefes alarak;
"Ne? Bakın, bu çok saçma tamam mı? Buna hayatta inanmam. Ama itiraf etmeliyim ki rolünüzü iyi oynuyorsunuz." dedim son cümlede yine gülerek. Ancak üvey annem ağlamaklı bir şekilde;
"Lütfen, bize inanmalısın! Hayatın söz konusu!" deyince gülmeyi kestim. Alaycı bir sesle;
"Size inanıyorum, söylediklerinize değil. Beyniniz falan mı yıkandı sizin?" diye sordum. Aslında bu gerçekten de bir soruydu. Babamın ve üvey annemin oyunculuk dersleri aldığını sanmıyordum ama gerçekten iyi iş çıkarıyorlardı, yine de kararımdan bir an bile şüphe edemezdim. Tanrılar, tanrıçalar, şu garip Drakon... Onlar yoktu, gerçek değillerdi!
"Serenity, tatlım lütfen. Drakon'u gördüğüne inanıyorsun da tanrıların varlığına neden inanmıyorsun?" diye azarladı bu sefer beni üvey annem.
Bu yaptığına sinirlenmiştim, tanrıların var olduğuna inanmadığım için azarlanıyordum! Oh, ne ala!
O sırada babam ilk kez konuştu;
"Nia, ona her şey anlat. Zaten artık gitmesinin vakti gelmişti."
Babamın söylediklerinden tek kelime bile anlamamıştım. Gidiyor muydum? Gitmemi mi istiyordu? Ama nereye? Benden bir şeyler saklıyordu ve bunu sevmemiştim! Genellikle böyle hissettiğimde yalnızca devasa bir bardak çikolatalı sütle sakinleşirdim ama o başka bir hikaye.
Üvey annem derin bir nefes alıp başını salladı ve;
"Haklısın Tex (Onun babama Tex deyişine bakmayın, babamın asıl adı Teixeira. Ama üvey annem söylemesinin zor olduğunu söyleyip ona Tex der.) vakit çoktan gelmişti..." dedi. Ben daha ağzımı açıp itiraz edemeden ve onları sorulara boğamadan babam;
"Ben sizi yalnız bırakayım, konuşacaklarınız var. Ve Nia, inanmazsa gösteririz." dedi ve kalktı. Topuklarının beton zeminde çıkarttığı sesler kesilinceye dek konuşmadık üvey annemle.
Sonunda sessizliğin ikimizi de rahatsız ettiği bir zamanda;
"Size inanmıyorum. Söyledikleriniz gerçekten çok saçma. İnsan gördüğüne inanır derler ya, işte bu o durumlardan biri. Madem tanrılar var Zeus bir şimşek yollasın bakalım." dedim gayet ciddi bir sesle. Tabii eğer o sırada yeri göğü inleten bir şimşek çakmasaydı çok daha ciddi olabilirdim.
Şimşeğin çakmasıyla yerimde sıçradım. Bu olamazdı! Sadece basit bir tesadüf olmuştu, o kadar! Ama üvey annem bana bilmiş bilmiş bakıyordu.
"B-Bu sadece tesadüftü!" dedim buharlaşıp uçan bir sesle. Gerçi itiraf etmem gerekirse çok da yerinde bir tesadüf olmuştu.
"Hayır, değildi. İnsan gördüğüne inanır dedin ya, gel sana göstereyim." diyerek merakımı uyandırdı üvey annem. Ama altta kalmak istemedim ve;
"Nasıl göstereceksin? Noel Baba'nın arabasıyla beni Olimpos'a mı götüreceksin?" dedim. Tabii son cümleyi alayla söylemeyi unutmamıştım. Latince dersi işime yarıyordu doğrusu.
Üvey annem gözlerini devirdi ve;
"Hayır." dedi "Seni Olimpos'a götüremem. Ama Melez Kampı'na götürebilirim. Senin gibi ebeveynlerinden biri tanrı olan çocukların hepsi oradadır."
Hey, tanrım! Melez olmadığımı ne zaman anlayacaktı bu kadın?! Ama yine de cevabı anında yapıştırdım;
"O zaman beni Melez Kampı'na götür. Başka melezler varsa ve senin anlattığın bu tanrılar gerçektir hikayesini doğrularlarsa, sana inanırım."
Üvey annem anında;
"Tamam! O halde eşyalarını topla, yarın hemen yola çıkarız! Ve bunlar olup bitince bana inanacağına dair Styks Nehri üzerine yemin etmelisin." dedi çabucak. Kaşlarımı kaldırıp, komik bir ses tonuyla;
"Ne?! Yarın mı?! Saçmalama anne!(Karşısında ona üvey anne diye seslenmek saygısızlık olur değil mi?)" dedim. Üvey annem baş parmağını bana doğru sallayarak;
"Styks Nehri üzerine yemin et." dedi komik bir surat ifadesi ile. Başımı arkaya yatırıp;
"Nedir bu nehir muhabbeti? Tamam, tamam! Styks Nehri üzerine yemin ederim! Oldu mu? Yeterince dramatize ettim mi? Yoksa yeni çekim mi istersin?" dedim boğuk bir sesle.
"Yoo, bu kadarı yeterli." dedi üvey annem kayıtsızca. "Haydi Jans! Eşyalarını topla! Yarın yola çıkacağız! Ama önce evden eşyalarını alalım. Bu hastaneyi hiç sevmedim."
Bense derin bir iç çekerek bu oyunun bitmesini diliyordum. Ama merak ettiğim şey, Drakon'u nasıl yaptıklarıydı. Gerçi bugünlerde harika makineler yapılıyordu ama bu... Neyse, bu soruyu daha sonra cevaplamak için labirent gibi olan beynimin bir köşesine attım. Tekrar gün yüzüne çıkmak için yolunu bulması gerekiyordu.
Sonra da beni takside bekleyen üvey annemin yanına gittim...
***
Ertesi Gün/10:51
Üvey annemin ısrarı ve dırdırı üzerine yaklaşık yarım saat önce Melez Kampı denilen yere doğru yola çıkmıştık. Ama babam yanımızda değildi... Neden gelmedi anlayamıyorum. Yani neden eve gelmedi anlayamıyorum demek istedim. Dün üvey annemle eve vardığımızda babam orada değildi, gelmedi de. Sonra dediğim gibi üvey annemin ısrarı yüzünden o olmadan yola çıkmıştık. Babam için endişeleniyordum, gerçekten.
Üvey annem aniden fren yaptı ve eğer kemerimi takmamış olsaydım ön camı boylamış olabilirdim! Kalbim adrenalinle daha hızlı atarken üvey annem sevinç içinde ciyakladı;
"Geldik! Geldik! Çabuk arabadan in! Hemen tepeyi tırmanmalıyız! Sonra da kampı gezersin, ay çok eğlenceli olacak!"
Ani frenden sonra tuttuğum nefesimi verdim ve üvey anneme "Umutsuz Vakasın" bakışı attım.
Yine de birkaç dakika sonra tepeyi tırmanıyorduk işte!
Biraz ilerledikten sonra karşıma büyük, güzel bir çam ağacı çıktı. Hemen yanındaysa...
"Aman tanrım! Bu bir ejderha!" diyerek üvey annemin arkasına saklandım, kaçalım diye onu çekiyordum. Az önce bir ejderha görmüştüm! Bir ejderha! Kafası bakırdan yapılmış gibi parlayan, sarı gözleri ışık saçan, burnundan duman tüten bir ejderha! Kendi kendime bunun bir makine olduğunu hatırlatıyordum ama insanoğlunda bu kadar el becerisi yoktu!
Ben korku içinde paniklerken üvey annem dosdoğru ejderhaya koştu. İtiraf etmek gerekirse cesaretinden etkilenmiştim ama gidip de ejderhanın kafasını okşayınca işler değişti! Ejderha sanki evcil bir hayvandı da üvey annem onu tasma takmaya ikna ediyor gibiydi.
Üvey annem sanki bunu söylemek hiçbir şeymiş gibi;
"Haydi Jans, gel de Peleus'u sev. Çok tatlı bir ejderhadır kendileri. Thalia'nın Ağacı'ndaki Altın Post'u korur. En alt dalı görüyor musun? İşte orada asılı duran şey Altın Post." dedi.
Hangisine daha çok şaşırsam bilemedim. Üvey annemin makine olduğunu düşündüğüm bir ejderhayı sevmesine mi, Altın Post'a mı? Sanırım Altın Post'u seçtim. Pırıl pırıl parlayan altın renkli tüyleri, göz alıcı ışıltısı, etrafa yaydığı muhteşem, dinçlik veren enerjisiyle gerçekten harikaydı! Öyle ki çekim gücüne karşı koyamamış ve ejderhayı es geçerek Altın Post'a dokunmuştum. Sanki parmaklarıma çok düşük voltluk elektrik vermişti. Güzel bir histi ama bağımlılık yapar gibiydi. Hemen elimi çektim ve ejderhadan olabildiğince uzak durarak üvey annemin yanına geçtim. Tanrıların var olmadığına olan inancım gittikçe sönüyordu. Ve bunu ejderha değil, Altın Post yapmıştı. Yine de şu Melez Kampı'nı bir görmek lazımdı.
Thalia'nın Ağacı ve Peleus'u geçtikten sonra asıl manzarayı daha yeni gördüğümü anladım. Buraya kesinlikle bir kamp denemezdi! Bir kere bildiğimiz yaz kamplarında okçuluk alanı, cirit sahası, arena ve antik Yunan mimarisi esas alınarak yapılmış yerler yoktu. Silahlık da cabası! Bunun dışında bir amfitiyatro, açık hava pavyonu, voleybol sahası, çok geniş bir koruluk ve çadır yerine dikdörtgen biçiminde dizilmiş pek çok kulübe vardı.
Bunları dışında ilgimi çeken minik bir göl ve beyaz cepheleri gök mavisine kaçan, dört katlı ve tepesinde kartal biçimli bir rüzgargülü olan, kocaman bir çiftlik evi vardı. Üçgen kesimli çatısının pencereleri sanki daha yeni özgür bırakılmışçasına sonuna kadar açılmıştı.
Gözlerimi nefes kesici manzaradan zar zor alınca üvey anneme baktım. Ona dönmemle çığlık atıp gerilemem bir oldu! Üvey annemin bacakları normal insan bacağı gibi değildi artık! Keçi bacaklarıydı!
"Oha!" diye söylendim "Bu ne ya?!" Üvey annem gücenmiş gibi;
"Ne var? Sonunda o sahte ayaklardan kurtulduğum için çok mutluyum ama sen bana oha mı diyorsun? Serenity Jane Riddle, bir daha o söz ağzından çıkmasın!" dedi. Bense şaşkınlıktan zar zor nefes alarak;
"A-Aman tanrım! Senin aşağı tarafın... Keçi yahu keçi!"
İnancım mahvolmuştu, bitmişti, perişan haldeydi! Eğer tanrıların var olduğuna dair bir işaret daha alırsam pes edecektim! Drakon'un beni haklamak istediğine, o şimşeği Zeus'un gönderdiğine ve bir melez olduğuma inanacaktım!
"Evet, ben bir satirim. Latince dersinde bizi işlemiştiniz sanırım? Hem artık neden tuhaf yürüdüğümü ve bacaklarımı tamamen örtecek kıyafetler giydiğimi anlamışsındır." dedi üvey annem koltukları kabararak. Ama ne diyebilirim ki? Söylediklerinde baştan sona haklıydı. Atladığı şey ise diğer kadınlara göre daha çabuk uzayan bıyıklarının da kaynağını çözmemdi. Tabii bunu ona söylemedim. Onun yerine ağzımdan sadece iki sözcük çıktı;
"Sana inanıyorum." (Şimdi ne alaka diyeceksiniz biliyorum ama inanmıştım artık.)
Üvey annem sevinç dolu bir çığlık attı ve melez olduğunu düşündüğüm pek çok kişinin dikkatini üzerimize çekti.
Üvey annem önce bana kaburgalarımı kırmak istermiş gibi sarıldı ve sonra beni bileğimden tuttuğu gibi beyaz cepheli çiftlik evine doğru götürdü, aslında daha çok sürükledi diyebilirim.
Yanından geçtiğimiz herkes bizi izlerken fısıldaşanlar da oldu. "Bu kimin acaba?" "Yeni biri sanırım." gibi. Hepsinin yüzüne utanmadan, tek tek baktım. Zaten utanıp kızaranlar onlar oldu. Ama bunun için bir neden yoktu ki, zaten birazdan gidecektik ve buraya bir daha gelmeyecektim. Üvey annem beni buraya sadece tanrılara inanmam için getirmişti.
Çiftlik evine vardığımızda keçi ayaklarından çok daha büyük bir problem olduğunu anladım. Bu sefer bembeyaz bir atın gövdesiyle ve onu taşıyan çalı sakallı ve seyrek saçlı bir adam vardı!
Ağzım hayretle açılırken Latince öğretmenimin dersinden sözler geldi aklıma;
"...Sentorlar. Yani yarı at, yarı insan yaratıklar. En ünlüleri Kheiron adlı yaşlı sentordur. Herkül gibi pek çok yarı tanrıyı eğitmiştir..."
Üvey anneme fısıldadım;
"Eğer bu karşımdaki Kheiron değilse satir olayım."
Üvey annem güldü ve sentora dönüp cıvıldadı;
"Merhaba Kheiron! İşte yeni kampçın! Sağlıklı ve hala tek parça! Üstelik o iğrenç Drakon'un saldırısından sonra!"
Kheiron içtenlikle gülümsedi ve;
"Sana minnettarım Nia. Bu küçük hanıma kampı tanıtmaya hevesli olduğunu sanıyorum?" dedi. Üvey annem sabırsızca başını salladı ve;
"11 numarada mı kalacak?" diye sordu. Kalmak mı? Sanırım benden bahsetmiyorlar.
"Evet. İşaret gelene kadar beklemeliyiz." diye karşılık verdi Kheiron.
Bahsettikleri şeyin beni içermediğine dair dua ediyordum. Hem de Zeus'a. En sevdiğim tanrı sayılmazdı ama Olimpos'un en güçlü üyesi o olduğundan?
Nia(Artık ona böyle seslenmemi istemişti.) evden biraz uzaklaşınca bana gezdire gezdire Melez Kampı'nı anlattı. Burada melezlere, dışarıda olan bütün canavarlara karşı koymak için eğitim verildiğini ve bilmem gereken detayları falan anlattı. O sırada konu uğradığım saldırıya kaydı ve aklımdaki soruları sordum;
"Neden o gün? Daha önce de saldırma şansları vardı."
"Evet ama o günlerde yanında ben vardım ve taşıdığım bir tılsım sayesinde canavarları uzak tutuyordum. Ama o gün yanında ben olmayınca... Gerçekten üzgünüm hayatım, hepsi benim suçum!" diye karşılık verdi Nia. Onu sakinleştirmek için 4 kola kutusu harcamak zorunda kalmıştım.
Sonra;
"Peki o ışık neydi? Drakon'u yok eden ışık?" diye sordum. Nia gülümsedi ve;
"Kesinlikle annenin gücüydü. Seni korudu, bu annenin sana değer verdiğini gösterir. Yakında kimin kızı olduğun ortaya çıkar ve-"
"Ne yani, annemin kim olduğunu bilmiyor musun?" dedim Nia'nın sözünü keserek. Nia ise;
"Sadece baban biliyor. Ona hiç sormadım, yani bilmiyorum." dedi. Tek yaptığım başımı sallayıp alayla;
"Babam bir satirle evlendiğini biliyor mu?" diye sordum. Nia;
"Ah, hayır. Biz Tex'le gerçekten evlenmedik. O sadece seni korumak için olan, kağıt üstünde bir evlilikti." dedi sanki çok önemsiz bir şeymiş gibi. Gözlerim irileşti ama tek kelime etmedim. Ne de olsa bunu benim için yapmışlardı.
"Burada gerçekten çok eğleneceksin Serenity! Yeteneklerini göstermenin vakti gelmişti zaten!" diyordu ki Nia, sözünü kestim;
"Ama Nia, zaten bugün gitmiyor muyduk? Tanrılara inandım, artık gidebiliriz." Nia'nın gözleri irileşti ve perişan bir sesle;
"Ah, tatlım... Nasıl bunu sana söylemeyi unuttum?" dedi.
"Neyi unuttun Nia?" diye karşılık verdim şüphe yüklü bir sesle. Nia dudaklarını bükerek;
"Benim görevim seni sağ salim kampa ulaştırmaktı. Görevimi yerine de getirdim ve-" Sözünü keserek;
"Lafı uzatma!" dedim. Nia çabucak;
"Bir daha Melez Kampı'ndan dışarı çıkarsan canavarlar sana saldırır! Ve bu sefer sağ kurtulacağını sanmıyorum, galiba dün babanı... Son görüşündü." dedi.
Gözlerim doldu. Burada mı yaşlanacaktım? Burada mı disleksiye karşı eğitim alacaktım? Burada mı ağlayacaktım? Son sorunun cevabı evetti. İçinde eşyalarımın olduğu çantayı öylece fırlattım arkamı dönüp çilek bağlarına koştum. Bir yandan da gözlerimden deli gibi yaşlar akıyordu.
Bulduğum ilk gölgeye yerleştim ve hıçkırarak ağlamaya başladım. Henüz ıslak keçi kokusu duymadığımdan Nia'nın beni yalnız bırakmak istediğini anladım. Ancak bu beni daha kötü ağlamaya teşvik etti.
*
Ne kadar ağladım bilmiyorum ama başımı dizlerimden kaldırdığımda güneş batıyordu. Batıyordu... Hayatım gibi... Babamı son kez gördüğümü bilmeden veda edememiştim ona... Annemin kim olduğunu soramamıştım... Ona Harvard'da burs kazandığımı söylediğimde bana bir hediyesi olduğunu söylemişti, işte o hediyeyi asla alamayacaktım...
Umutsuz düşüncelerim Kheiron'un yanıma gelmesiyle kesildi. Ona bakmadan, minik gölü izlerken sordum;
"Gerçekten buradan bir daha çıkamayacak mıyım? Babama veda bile edememiştim..." Kheiron gülümsediğini belli eden bir sesle;
"Elbette çıkacaksın. Okul zamanlarında, istersen evine gidebilirsin. Babana illa veda etmene gerek yok." dedi. O bunu söylediği an yerimden zıplayıp ona sarılmam bir oldu! Nihayet mükemmel bir haber almıştım.
Sonra onu bıraktım ve;
"Teşekkür ederim!" diye bağırıp hemen Nia'ya koştum. Yolda pek çok kişiye çarpıyordum ama açıkçası umrumda da değildi.
Nia'yı bulduğumda 6. kola kutusunu çiğniyordu. Beni gördüğünde hemen ayağa kalktı ve bir şey söylemek için ağzını açtı. Ama ben ondan önce davranıp;
"Kamptan ayrılabiliyormuşum! Okul vakitlerinde yani!" dedim. Nia önce bir afalladı, sonra;
"Ah, t-tabii..." dedi. Normalde şüphelenirdim ama şüphelenemeyecek kadar mutluydum.
"Haydi bana kalacağım kulübeyi göster. Çantamı almışssın, sağ ol." dedim çantamı kapıp kulübelere yönelerek.
Nia beni kahverengi boyaları hafifçe soyulmaya başlayan, minik verandasında ki tahta merdivenler eskimiş, kapısında pirinçle "11" yazan ve bir Kaduseus'u sembol olarak almış bir kulübeye getirdi.
"Bu Hermes Kulübesi. Annenin kim olduğunu bulana kadar burada kalacaksın. Malum, yolcuların tanrısı Hermes." dedi Nia beni kulübeye iterek.
İçeri girdiğimde ilk fark ettiğim şey dağınıklık oldu. Yatakların üzerine saçılmış şeker kapları, yerde kıyafetler ve bunun gibi pek çok şey. Yani evdeki odamdan pek bir farkı yoktu. Tek fark yerde uyku tulumlarının da olmasıydı. Anladım ki uyku tulumunda yatacağım. Harika(!).
İçeride beş-altı tane çocuk vardı. Kalkık kaşlar ve mınzır gülümsemeleriyle ilginç kişilerdi. İçlerinden bir oğlan;
"Hey, selam! Kalıcı mısın, belirsiz mi?" diye sordu. Ama neyden bahsettiğini anlayamadım. Sağ olsun Nia imdadıma yetişti;
"Şimdilik belirsiz. Ona iyi bakın çocuklar, daha yeni Drakon saldırısına uğradı."
Yani Drakon olayını söylemese olmaz mıydı sanki?!
Oğlan;
"Vay, sağ çıktın demek? E, iyiymiş! Merak etme Ni, Hermes kulübesi emrinize amadedir soylu satirim." dedi sırıtarak. Buna güldüm ama Nia bana ölümcül bir bakış atınca arkamı döndüm ve gülmemi gizlemeye çalıştım.
Nia dışarı çıkınca oğlan bana kendini tanıttı ve boş olan uyku tulumlarından birini gösterdi. Hemen yerime yerleştim.
Her şeye rağmen... Belki burada eğlenebilirdim bile...