~
“Ah, Tanrım,”
Bu kadar yoğun iki gün geçireceğimi evimden çıkarken asla düşünmüyordum. Başım zonkluyordu ve olup bitenlere hala doğru düzgün bir anlam veremiyordum. Derin bir nefes aldım ve başıboş bir şekilde gezerken kendimi bulduğum amfi tiyatronun daire şeklindeki merdivenlerinde bir basamağa oturdum. Bacaklarımı göğsüme çektim ve arkamdaki basamağa yaslandım. Birkaç saat önce tüm melezler burada toplanıp şarkılar söyleyip eğlenmişlerdi. Herkesin bu kadar mutlu ve normal olduğunu görünce içim kıpır kıpır olmuştu. Belki ben de bir süre sonra bu olanlara bu kadar alışık olabilecektim; beni öldürmeye çalışan canavarlara, Yunan Tanrılarının gerçekten varlığına, olağanüstü derecede ölümcül silahlara ve bunları kullanmak zorunda olmaya…
Hiç değilse okuldan atılmama neden olan garip ve bir o kadar da korkunç olayların neden meydana geldiğini öğrenmiştim, değil mi? Hepsi de yarı-tanrı olduğum içinmiş meğer. Bir de şu Yunanca okuyabilme konusu… Beni gerçekten de korkutmuştu bu olay, sonra babam bana “Annen Yunan asıllıydı, Bir süre de orada yaşadığımız için bilinçaltına yerleşmiş,” demişti. Söylediği şeyin yarısı doğruydu, annemin Yunan olmasıyla ilgili kısmı. Bunları düşünürken nedense gülmek gelmişti içimden. Koca amfi tiyatroda tek başıma olduğum için gülüşüm birkaç kere yankılandı.
“Hey, kimi taklit ettiğini sanıyorsun sen?” diye bağırdım amfi tiyatroya. Bu söylediğim de yankılanmıştı. Bir an için cansız bir mekânla konuştuğumu düşününce gerçekten delirdiğimi düşündüm. Başımı iki elimin arasına aldım ve birkaç dakika öylece durdum.
“Selam olsun sana, barış ve strateji tanrıçası Athena kızı,” demişti Kheiron, annem onun kızı olduğuma dair işaret gönderdiğinde. O sırada üzerimden soğuk terler dökülüyordu adeta. Ben mi? Athena kızı? Haha! Bir akradaşım bunu bana söyleseydi gerçekten bu şekilde gülerdim, fakat bunu bana söyleyen bir at vücuduna sahip olan bir adamdı; bir Sentor, hem de en iyisi. Herakles’i eğiten. Nereden bildiğimi soracak olursanız, şansıma, Yunan mitolojisini seven biriydim. Hikâyelerini zor da olsa -disleksi sağolsun- ilgiyle okurdum.
Geçen akşam olanları hatırlayarak sarılı duran el bileğime baktım. Hala adını tam olarak bilemediğim eşek bacaklı canavarlardan biri kolumu o kadar sert çevirmişti ki kırmıştı neredeyse. Neyse ki revir iyi bir iş çıkarmıştı ve kolum sadece bandajlanmakla kurtulmuştu. Bir de şu ambrosia denen yiyecek vardı. Küçücük bir lokma almıştım fakat kendimi muhteşem hissetmeme yetmişti o sırada. Aman, her neyse, şu anda kafamı o yiyecekle yoramazdım.
Son bir kez daha etrafıma baktım. Kocaman amfi tiyatronun ardından kampın geri kalanı görünüyordu. Taş yolların etrafı meşalelerle aydınlanmıştı, ışık yeterli olmasa bile bu meşaleler ortama hoş bir hava veriyordu. Artık tüm yaz bu yolların arasında bulacaktım kendimi, kışın yine o aptal okullara gidecektim. Yazın ise bu kampta hayatımı sürdürecektim, kılıçlar ve okların arasında…
Bu kadar düşünmek yeter, diye geçirdim içimden ve ellerimle dengemi sağlayarak oturduğum basamaktan kalktım. Hala kendimi dinlenmiş hissetmiyordum ve bunları ne kadar düşünürsem düşüneyim, alışmaya çalışmak dışında yapabilecek bir şeyim olmadığını bilmem gerekti. Basamaklardan yavaş yavaş inerek amfi tiyatrodan çıktım. Taş yolun üzerinden kulübelerin olduğu yere doğru yürümeye başladım.
~