"Bu sefer seni yakalayacağım." Hızlıca parlayan tüle doğru sürüyordum Lon'u. Bu sefer havada hızlı bir şekilde ilerliyordu. Geçmişte gördüğümde sadece bir şeylerin arkasından dalgalanıyordu. Sanki Aladdin'in uçan halısı gibi dalgalanıyordu. Bunun arkasında ne olduğunu bulmam gerekiyordu. Sadece parlayan tüle odaklanmıştım. Başka hiçbir şey gözükmüyordu gözüme. Ne altımda kalan deniz, ne de yanından geçtiğim gökdelenler. Tül aniden dalışa geçti. Onunla birlikte Lon da aşağıya doğru uçuşa geçti. Benim gibi o da bunun sonunun nereye varacağını öğrenmek istiyordu. Tül bu gidişle yere yapışacaktı. Tabi biz de öyle. Neredeyse çarpacaktık. Son anda Lon'un dizginlerini çektim. Gözlerimi kapattım. Aniden yere konuvermiştik. Lon'un esnek bacakları bizi yere çarpmaktan kıl payı kurtarmıştı. Artık havanın yüzüme çarptığını hissetmiyordum. Sanki zaman donmuş gibiydi. Gözlerimi açtığımda önümde ağaçlardan bir yol vardı. Yavaşça Lon'un üzerinden indim. İndiğim anda ayağımın altında örtü gibi bir maddenin olduğunu hissettim. Yere baktığımda bunun peşinden uçtuğum tül olduğunu anladım. Buraya kadar mıydı kovalama? Yoksa bunun ardında başka şeyler de var mıydı? Aklımdan geçen sorular, beni bulunduğum yeri dolaşmama itiyordu. Etrafa bakındığımda sadece tek bir yolunun olduğunu gördüm. O da ağaçların uzandığı yoldu. Lon'u geride bırakarak gizemli yola doğru yürümeye başladım.
Çok garipti. Mantadark bu zamana kadar hiç ortalıklarda görünmüyordu. Mantalight da öyle. Bu beni daha fazla düşünmeme zorladı. Acaba ne olabilirdi. "Hey, Mantadark. Çıksana seni korkak tavuk." Ses yoktu. Yürümeye devam ediyordum. Her ne kadar mutlu olmasamda "Yoksa seni dövmemden mi korkuyorsun?" Diyerek kahkaha atmaya başladım. Hâlâ tık yoktu. Bu durum sinirimi bozmaya başlamıştı. Burada öylesine yürüyordum. Takip ettiğim tül de birinin şakasıydı. "Şaka bitti. Ortaya çıkın. Orada olduğunuzu biliyorum." Biraz durdum. Dışarı çıkmalarını bekledim. Ama kimse yoktu. Bununla ilgili düşüncelerimi bir kenara attım. Yürümeye devam ettim. Sonunda değişik bir şeyler gözükmeye başlamıştı gözüme. Adımlarımı hızlandırdım. Geniş çaplı bir yere giriyordum. Girişinde iki ağaç birbiri üzerine eğilmişti. Yavaşça aralarından geçtim. Geçtiğim etrafıma bakındım. Ağaçlar geniş bir daire oluşturuyordu.Ortada 3 kişi genişliğine bir tablet duruyordu. Üzerinde iki kişiyi zincirlemek için zincirler duruyor. Tabletin tam ortasında, yere uzanan bembeyaz sakalıyla yaşlı biri duruyor. Bağdaş kurmuş, meditasyon yapıyor. Yavaşça tablete doğru ilerledim. "Mantalon." diye seslendi yaşlı adam gözleri kapalı bir şekilde. "Sen kimsin," diye sordum adama. "Soluric Salamandar. Soluric soyunu başlatan kişiyim," diye cevap verdi. Bu da neydi şimdi? Adamın beyazlamış sakalına bakarak şimdiye öldüğünü söyleyebilirdim. "Eğer öyleyse senin yıllar önce ölmen gerekmez miydi," diye sordum. Ne anlamı vardı şimdi bunun? "Uzun hikaye," diyerek gözlerini açtı ve bana doğru baktı. Baştan aşağı beni süzüyordu. "Babana çok benziyorsun. O da buraya geldiği zaman senin gibiydi." Sakinliğimi hiç bozmadan yanındaki zincirlere baktım. "Ah o zincirler. Bunlar senin için," demişti sakin bir şekilde. Aniden birinin "LON! Çöz beni bu zincirlerden," dediğini duydum. Bu ses Allen'ındı. "Beni de çıkarsan fena olmaz." İkisi de tabletin arka tarafına zincirlenmişti. "Allen? Kristen? Ne işiniz var sizin burada. Ne demek oluyor bu?" Diyerek Salamandar'a baktım. Surakatz'ı elime çağırdım. Yere sertçe vurdum. Vurmamla beraber büyük bir rüzgar dalgası oluşturdum. Salamandar'ın sakalı rüzgarla birlikte yüzüne gelmişti. Sakinliğim yavaş yavaş kayboluyordu.
"Onu öldürmek istiyorum." Aniden Mantadark'la Mantalight önümde belirmişti. Birbirlerine ciddi bir şekilde bakıyorlardı. Mantalight sakin bir ses tonuyla "Ben seni öldürdükten sonra mı," diyerek dalga geçmişti. Salamandar ayaklarını çözdü ve ayağa kalktı. "Ha! Mühürleme işlemleri başlasın." Ellerini kaldırdı. Kaldırmasıyla beraber Mantadark ile Mantalight tabletin üzerine zincirlendiler. "Çıkar beni buradan moruk," diye bağırdı Mantadark. Mantalight biraz sakinleşmiş gibiydi. İkisi de zincirlerden kurtulmaya çalışıyordu. Hızlıca Salamandar'a hamle yaptım. Sopamı sol eliyle durdurmuştu. Gözlerinin içine bakıyordum. Bu olanlara bir anlam veremiyordum. Tekrar geri adım attım. Binbir türlü düşünce kafamda bir o yana bir bu yana dolaşıyordu. "Mühürlemek, ikiz ruhlarım, en yakın arkadaşlarım... Onların ruhlarını mı alacaksın?" Salamandar bu soru karşısında şaşırmıştı. Etkilenmiş bir şekilde bana baktı. "Babandan daha zekisin. Evet. En yakın arkadaşların ruhlarını, senin ikiz ruhlarına verecekler. Bunu yapmazsan eğer, ruh ikizlerin savaşmaya başlayacak ve ruhun bu savaştan sağ çıkamayacak. Onları tekrar senin ruhunun bir parçası yapmak için bağlarının kuvvetli olduğu iki kişinin ruhlarını feda etmelisin." Çok saçmaydı. Ruh ikizlerimin olması benim suçum değildi. Bu yüzden arkadaşlarımı feda etmek hiç adil değildi. "Mantadark'la Mantalight benim ruhumun bir parçası değil mi?" Diye sordum. "Evet. Senin ruhun üç parçadan oluşuyor. Biri asıl ruh, yani sensin. Ruh ikizlerin sana ruh kordonuyla bağlılar." dedi. "Peki niye şimdiye kadar savaşmadılar da bu zamanı buldular?" Diye sordum. Salamandar'ın anlattıkları kendi içinde çelişiyordu. "Son zamanlarda ruh ikizlerinin seninle konuşmadığını fark etmişsindir. Çünkü aralarındaki dövüş başlamıştır. Senin şu an gördüğün, bunun sadece ufak bir kısmı. Fakat ileriki zamanlarda bu dövüş, savaşa dönüşecek. Seni kasıp kavuracak. Onlar savaşırken, sen kenarda kıvranacaksın ve ölmek için yalvaracaksın." Bunu dedikten sonra tabletin arka tarafına bir yıldırım düştü. O kadar güçlüydü ki, gürültüsü kulaklarımda defalarca yankılandı. Hızlıca yıldırımın düştüğü yere yöneldim. Yıldırımın içinden çıkan kişiyi görünce şaşkınlıktan Surakatz'ı elimden düşürdüm. Gözlerim fal taşı gibi açılmıştı. Onun burada olacağı aklıma bile gelmezdi: "Baba?"