Maja Hallestrøm Demeter'in Çocuğu
Mesaj Sayısı : 38 Kayıt tarihi : 15/06/11
| Konu: hallestrøm Perş. Haz. 16, 2011 2:53 am | |
| - Maja’nın her gün tekrarlayan rüyası:
Dişleri arasında, birkaç damla hayat sıvısı ararken, duraksadı. Niye kalıntılarla yetinmeliydi ki? Onun doğasında parçalamak, kendini doyurmak mecburiyetine engel çıkarmamak vardı. Gözüne kestirdiği rekiklere, saniyeler sonra, kamaşmış gözlerle derin bir ironi yaratan mermerden bir deri hediye etmişti. Aslında cevat bile sayılırdı kadın, gözleri kör olmadığı zamanlarda. Çoğunlukla hiçbir zaman. Sadomazoşizm gönüllüsü, cılız hatlarla bezenmiş bir vücuda sahip, pervasız, septik ya da neyse, o buydu ve kendini kabulleneli dört yüz sene geçmişti. Yutkundu ve mahrem anılarına, kana bulanmış ellerini sürdü. Onları kirletmeliydi, yoksa, kontrol altına alınırdı. ‘Kendine gel, Caja.’ Kimdi bu engin kaosun elçisi? Kıvrımları o kadar çok tanıdıktı ki, kaçınılmaz gerçeğe sürüklendi, Edith. ‘Bana nasıl Caja diye hitap edersin? Seni pespaye!’ Ve o, tutku beslediği bir kadını, yine benzer tutkular yüzünden öldürmüştü. Ona soysuz demiş, vanilya kokan saçlarını yolmuştu.
Benzer birkaç anı daha melodik bir biçimde, onu eğlendirirken, burnuna güzel bir koku çarptı. Edith kadar güzel bir koku. Bir an için, ölmediğini düşündü; bir erkekle karşılaşacağını değil. Oysa güzel bile sayılırdı. Parlak sarı saçları, modaya zıt –tam da onun seveceği gibi– bir biçimde kesilmişti, gözlerinin ne renk olduğunu seçmek zordu; çünkü onlar, kadının ince, beyaz, koyu damarlar sergileyen boynundaki kolyeye sabitlenmişti. Dişinin güzel koku için yapmayacağı şey yoktu, anılarının eş manası antika kolyeyi, gayet de takas edebilirdi. Çekingen sayılmazdı, etkileyici olup olmadığı tartışılabilir bir ses sundu adama: ‘İstersen senin olabilir.’ Birkaç saniye kaybolamayan, gördüğü parıltıya aşinaydı benliği. Sürüyle kan tatmıştı, sigara, eroin hatta insan bağımlısı bile olmuştu. Kısa sürede, bunu kendine yakıştıramadığı kanısına varmış, vazgeçmişti; ama sarraf mecali kaçınılmaz olmuştu. ‘Benimse, senden alacağım şey, seni çürütürken, beni tekrar diriltecek.’ diyerek, keskin bir kılıç misali böldü sükûneti. Bunu garipsemesi elbette doğaldı; o, sükûneti, yar bilmişti kendine. Yüzyıllar öncesine dayanan, kolye kadar antika bir görüntüsü vardı. Küçük ayakları ve elleri, ince ve kısa vücudu, çekici sayılabilecek çehresi, uzun kirpikleri... Onu ele veren şey, bembeyaz teni olmalıydı. Genç adam, ya ırkını anlamamıştı; ya da küçük –aslında büyük– çaplı bir şok geçiriyordu. İkinci seçenekte yanılmayı diledi –yanılmayı ilk defa diliyordu–; karıncalanmış kanlara burun kıvırırdı. Küstahça ekledi, kan şehvetine yenik düşmüş dişi: ‘Yani o kadar da mühim bir şey değil.’
Aklını yoğuşturan düşünce bulutları arasında nefes almaya çalışan, basit bir hayat kadını olabilirdi. Göze çarpma arzusu onu kadınlara itelemişti ve farklı olmak için, en derin arzularını, gözünü kırpmadan, tarihin puslu sayfaları arasına gömmüştü. Afallamıştı, bu doğruydu; ama uzun zamandır bir erkekle iletişim kurmamıştı. Bir cadı ya da muggle olsaydı, zaten zorlu olan hayatının, daha fazla zorlukla kaplı olacağını düşündü ve belirgin olmayan bir biçimde yutkundu. Güzel bir alışveriş karşısında, güzel bir erkekten, güzel bir ödül alacaktı. Bu olaylar zinciri kadar güzel Kahire, güzel havasını esirgemezken, ne kadar çok güzellikle beraber olduğunu fark etti Jolene. Sarsılmaz otoritesi, yıllar ardından harekete geçerken, hakimiyet hâlâ elindeymiş gibi görünmeye çalışıyordu. ‘O kolyeyi bana verdiğin sürece, istediğin çoğu şeyi yapabilirim.’ Aynı hırs, benzer arzular. Bir an için kendini gördüyse de, benzeri olmadığını anımsadı ve yüzüne kibir temsili bir ifade yerleştirdi. Ve o da gülümsedi. Bunu bir refleksmişçesine yaptı hem de. Bir imrenme, sadece küçük bir an için. ‘Bana güvenme.’ Biçimli ağzından çıkan bu iki sözcüğün amacı da neydi? Dişlerini, dudaklarına geçirirken, biraz daha düşünmesi için zaman tanıdı adama. Vahşi olduğu kadar kibardı da.
Rüzgar tarafından saldırıya uğramış adamı izledi, havadaki tehditi, hücrelerinde yaşattı. Başını kaldırdı, gözlerini yumdu ve havadan ödünç aldığı birkaç parçayı, burnuna enjekte ederken, mırıldandı: ‘Kahire’nin güzel kokmasını sağlıyorsun, dzieci*’ Neden Lehçe konuştuğunu bilmiyordu. Çoğu zaman Diabeł* ya da benzer bir caninin, ruhunu, epeyce büyük bir paraya satın aldığını düşünürdü. Adama arkadan yaklaştı ve çaktırmadan saçlarını kokladı. Tam da Edith gibi. Reenkarnasyona inanan bir Asyalı olsaydı, tırnaklarını yiyebilirdi. Soğuk; ama narin sayılabilecek dokunuşları, adamın boynunu yoklarken, bir kasılma hissetti. Kendine ait olmayan bir kasılma. ‘Damarlarını serbest bırak. Kendini kasarsan, damarlarını teker teker açarım ve bu acıyı misiller. Anlıyor musun?’ derken daha çok kendi kendine konuşur gibiydi. Kaşlarını çatarak, kadına döndü, genç adam. Kadınsa, gözlerinin mavi olduğunu fark etti. Buz mavisi miydi sahi? Yoksa bakışları mıydı, soğuk sıfatını yakıştırdığı? Bu kadar benzerlik hiç hoşuna gitmemişti, hem de hiç. Histerik ve gizem dolu, yüksek bir kahkaha, havayı kaplarken, bir daha garipsedi durumunu. Bu kadar garipliğe pek de aşina sayılmazdı. Rüzgar, saçlarını uçururken, hâlâ parmak ucundaydı. ‘Anlaşmayı kabul ettiğimi hatırlamıyorum. Ayrıca önce kolyeyi vermezsen, değil boynumdan ısırmak yakınımdan bile geçemezsin.’ Ve son radde: Aynı kaos. Ürpermemek elde değildi. Boğazındaki yumru benzeri şey, Kahire’yi, belki de yaşamı çekilmez kılan şeydi. ‘Ah.’ İnledi ve uzun zamandır dillendirmediği bir sözcük, yeniden hayat buldu. ‘Aptal.’
Asasını sallayan büyücüyü izledi ve sırıttı. Bir vampire göre beyaz, bir büyücüye göreyse, sarı dişleri vardı. Hızlı bir dirsek darbesi, tam da kaburgayı hedeflemişti. Duyduğu sese bakılırsa, kırılmamıştı; ancak yadsınamaz bir incinmeydi armağanı. ‘Kibar davranmak da işe yaramaz olmuş.’ Burnunu kırıştırdı ve eğildi. Zevk alması gerekiyordu, acı çekmesi değil. Etraf o kadar ıssızdı ki, adamın ağzını kapamaya ihtiyaç dahi duymadı. Keskin dişlerini, boynuna yerleştirip, hayat sıvısını emmeye koyuldu. Fazlasıyla doyumsuz olsa da duraksadı. Kolyeyi ona verecek miydi? Hiç sanmıyordu. Dudaklarını emdi, dişlerini temizledi ve onu, pek de fark edilemeyeceği bir yere iteledi. ‘Aptal tanrına dua et.’ dedi ve birkaç saniye sonra, tamamen gözden kaybolmuştu. Zaman birkaç gün sonrayla karışırken, Maja, terle ıslanmış, hatta bütünleşmiş ellerini, beyaz çarşafa sürtmüştü.Sol elinin baş parmağını, boğazına bastırdı, bir nevi nabız kontrolü için. Böyle şeyleri yapmak hoşuna giderdi, eskileri hatırlamak, güzeldi. Bir süre, genelde kısık bakan gözlerini kapadı ve gözlerini açtığında, onu, dehşet dolu bir anı karşıladı. Kolye, yoktu. Birkaç gece önce, bir hatıra defteri yaprağına, antika kolyesini kaptırmıştı. Sinirden köpüren Jolene, Kahire’ye doğru yol almaya başladı. Zaman ya da mekan, onun için soyutlaşmış, iki basit kavram kıvamına gelmişlerdi. Önemli olan kolye değildi elbette, yenilmek, acizlik ve bunun gibi iğrenç kelimeler, cümlesindeyse, cümleyi anında silerdi. Kahire, sıcaktı. Terleyen vücuduna oranla, epey sıcaktı, üstelik terlerini silmeye fırsat bulamıyordu. Tanıdık kokusundan yararlanarak, takip etti. Hiç bitmeyecek gibi görünen yolculuğun sonuna yaklaştığında, zafer nidaları çıktı bünyesinden. Daha önce bunun kadar ne zorlamıştı onu? Tabi ya, Edith. Adamla göz göze geldiklerinde ise, her şeyin mükemmel işlemesini istiyordu. ‘Bak sen.’ Alaycı çıkan sesine gülümsedi. Gülümsemesinin, saniyeler ardından kaybolması ne acıydı, değil mi? Boynunu hareket ettirdi, kütürdetti ve ciddi ifadesini yoğurup, güçlendiren, donuk bir sesle verdi emrini: ‘Kolyeyi ver.’
*Çocuk. *Şeytan. Tiz bir çığlık, İsveç’i ele geçirirken, yanında, annesi Kasja belirmişti. Kasja’yı annesi olarak seçmenin mantığı konusundaki şüphesini bir türlü atlatamıyordu; zira lezbiyen bir ailenin çocuğu olmak, bir sürü karmaşa doğuruyordu. Boğazında kalmakta ısrarcı yumruyu dibe yollarken, içindeki kötü his, her hücresini sarmalamıştı. Ronja neredeydi? Her kötü rüyanın ardından yanında beliren Ronja’nın eksikliği, ona bir tutam korku armağan ederken, Kasja, konuşmaya başladı:
“Sen özel bir çocuksun, Maja.” Buna hiçbir anlam verememesi doğaldı, değil mi? O çığlıklardan biraz daha saçmak ve bu andan kaçmak istiyordu. Neden bu kadar ağır bir tepki verdiğini bilmiyordu; ama rüyasına dönmeye dahi razı oluşu, işi ciddi bir boyutta garip kılıyordu. “Neler oluyor anne, Ronja nerede?” Oysa sesi çıkmamıştı bile. Gözleri tekrar kapanırken, rüyasına dönme arzusunun gerçekleşeceğini nereden bilebilirdi ki?
Aynı rüya birkaç kez daha tekrarlandı, Maja, sonsuzluğun içinde yuvarlanıyordu adeta. Bu kez terleyen sadece elleri değildi. Ayrıca rahatsız hissediyordu, sanki bedeni, ait olmadığı ve asla da olamayacağı bir yere hapsedilmişti. Kol kasları kasılıp gevşerken, gözlerini açmaya zorladı kendini. Yapamadı; ama bu, bazı sesler duymasını engellememişti.
“İsmi nedir, bayan?” Bu sesi daha önce işitmediğine yemin dahi edebilirdi. Nefesini tuttu ve üst dudağını sıkıştırırken, uyandığının fark edilmemesi için çaba sarf etti. “Maja. Benim güzel kızım, Maja.” Bu buruk sesin Kasja’ya ait olduğunu çok iyi biliyordu. Güzel söz öbekleri, rahatsızlığıyla savaşmış ve yenilmişlerdi. Alışılagelmişin dışında bir huzursuzluktu bu.
Gözlerini açtığındaysa, tanımadığı sesin sahibi olan adamı gördü. Hatları orantısız, esmer bir suratı vardı. İri, kahverengi gözleri, Maja’yı tarıyordu. Sanki bir şeyler onu tatmin etmemişti ya da fazlasıyla doyumsuzdu. Adamın bakışları, Kasja’ya yönelirken, sanki, sıranın onda olduğunu ima ediyordu. Maja, ağzını açmışken, Kasja, tüm kelimelerini yutuverdi.
“Bunu nasıl anlatacağımı bilmiyorum. Maja, beni iyi dinle. Ben, senin annen değilim.” O kadar çok kekelemişti ki, o anın şokunu daha fazla vurgulamıştı. Maja’nın sol kaşı havalanırken, yüzünü yavaş yavaş bir dehşet kaplıyordu. “Sana özel bir çocuk olduğunu söylemiştim. Sen, buraya aitsin.” ‘Buraya’ kelimesini telaffuz ederken, arkasını işaret etmişti. Ormanlık alan, yüreğini hiç de ferah tutmamıştı. Kasja, tüm gücüyle, Maja’yı kucaklarken, Maja, bunun son defa olacağını düşünmemişti. Ve hayatı boyunca bunun pişmanlığını taşıyacaktı.
Ardından hikayeyi öğrendi, o, bir melezdi. Hayatı hiçbir zaman normal olmamıştı zaten; lakin şimdi her şey, daha da zorlaşacaktı. Hep bir Tanrı tarafından sınandığını düşünmüştü. Yüksek sezgileri bir yana, içindeki duyguyu tarif edemiyordu. Ve renkleri karışırken, son tebessümünü takındı ve kalabalığın arasında yoğrulmaya, benliğini ezip geçmeye hazırlandı. | |
|