Sabah Zeus Kulübesi'nin içerisine girip tenimi kavuran güneş ışınları eşliğinde gözlerimi kısarak ağır ağır yataktan kalktım. "Evet Apollon, sana da günaydın." Diğer kardeşlerime göz atmadan giyinmeye koyuldum. Oluşacak tabloyu az çok tahmin edebiliyordum zaten. Leo dışında tüm kulübe uyanıktı muhtemelen. "Pekala, biraz dışarı çıksam hiç de fena olmaz."Hızlıca üstüme bir şeyler geçirip kılıcımı da yanıma aldım. Bugün yine bol maceralı bir gün olacaktı sanırım. Evet, böyle günleri her zaman önceden hissederdim ama neler olacağını kestirmem çok güçtü. Beni sevindirecek bir olay mı, yoksa korkunç acılar veya trajedi ile sonuçlanan bir olay mı olacağını hiç bilmiyordum. "Azıcık 'carpe diem' Marcus, sakinleş biraz..." Yavaş yavaş kulübeden çıktım ve canlanmaya başlamış Melez Kampı'nda yürümeye başladım.
Peşime birkaç çaylak melezi takıp arenanın yolunu tutmuştum. Evet, yanımda beş kadar çaylak vardı ve hepsi de bana hayranlık duyan tiplerdendi. "Lanet olası çaylaklar. Aşil veya Herkül gibi savaşçılar varken bana hayranlık besliyorlar." diye mırıldandım. Peşime takılmışlardı ve hepsinden birkaç drahmi almak kaydıyla onlara birkaç kılıç hareketi gösterecektim. Onlara birkaç basit hareket öğretip başımdan savmayı planlıyordum. Arenaya girdiğimizde karşıma uzun boylu ve iyi eğitim olduğu her halinden belli olan bir çocuk çıkmıştı. Suratındaki ifadeden ne düşündüğünü anlamak mümkün bile değildi. O kadar ciddiydi ki bir an yüzündeki her kasın paramparça olacağını düşündüm. "Jüpiter aşkına, neden bu çocuğu daha önce kampta görmedim ki?" Onun da bir çaylak olabileceğini düşündüm ama çocuğun hiç de çaylağa benzer bir durumu yoktu. Fazlasıyla kendinden emin duruyordu. "Muhtemelen uzun zamandır kampa gelmemiş bir melez." diye düşündüm. Suratındaki ifadeden bir Ares çocuğu olduğunu sandım. Kaybedecek zamanım yoktu ve günün tamamını da bu çocuğa bakarak veya çaylak melezlere kılıç hamleleri öğreterek geçirmeyi düşünmüyordum. Çocuk da bu sırada kalkmış ve arenadan çıkmak için yürümeye başlamıştı. Beynini zorladığı belli oluyordu. Şakakları belirginleşmiş ve kafasını öne eğmişti. Gözlerimi çocuktan ayırdım ve arkamdaki melezlerle birlikte ben de yürümeye başladım. Çocuk birkaç metre sonra yaklaşıp bana çarptığında ise artık kavga çıkacağını anlamıştım bile. "Karşındakinin kim olduğunu bilmiyorsun Marcus. O yüzden bulaşma ve işine bak." Öylece çocuğu bırakıp gidemezdim ama sadece bir yanlışlık için kavga çıkaracak biri de değildim. Gözlerimi çocuğa diktim ve yapacağı hamleyi beklemeye başladım. Çocuk sinir bozucu bir şekilde beni umursamıyordu bile. Yüzüme bir gülümseme yerleşti. Evet, bu çocukla uğraşmak benim için bir zevk olacaktı. Çocuk bana bir anlık küçük bir bakış attı ve beni itti. Lanet olsun, bu çocuk kimdi de beni itme cürretinde bulunuyordu. Arkamdaki çaylaklar kıkırdamaya başladı ve tempo tutturdular. Eğer tek başımıza olsak bu hareketi sineye çekebilirdim fakat çaylak da olsa birkaç melezin yanında bana yapılan bir saygısızlığı kabul edemezdim. "Demek burnun çok havada ha? O zaman biraz indirsek iyi olacak!" Çocuğun tam burnunun üstüne bir yumruk salladım. Kesinlikle burnunun kırılacağı hızda bir yumruktu fakat garip bir şekilde çocuğun kafasının içinden geçip gitmişti. Lanet olsun, bu çocuk neydi böyle? Bir an sonra çocuğa baktığımda arenanın ortasına gitmişti. "Şimşek hızında bir savaş istiyorsun sanırım. Pekala, bunu alacaksın." Çocuk kılıcını çıkardı ve beni incelemeye başladı. Bir şeyler düşünüyor olmalıydı fakat ona düşünme fırsatı bile vermeden şimşek hızında bir hamle yaptım. Çocuk şaşırtıcı bir atiklikle saldırımı karşıladı. Ruhdeşen'den onun bedenine geçen bir miktar elektrik akımı bedenini titretmişti. Fazla beklemeden o da benim üzerime bir hamle yaptı. Hamle o kadar hızlıydı ki gözlerime inanamamıştım. Ah, zaten hamleyi neredeyse görmemiştim bile. "Bu şimşek hızı değil. Bu çocuk her ne yapıyorsa bu şimşek hızından bile daha hızlı." Çocukla bir saniye tekrar göz göze geldik ve aynı anda kılıçlarımızı kınına soktuk. Çocuğun üzerinden garip bir koku geliyordu. Çocuk adeta "ölüm" gibi kokuyordu. Çocuğu ilk gördüğümde yorgun olduğunu anlayabilmiştim. Duyduğum birkaç söylentiye göre Thanatos, yani ölüm, kamp dışında kol geziyordu. Yine de bilgiler çok yetersizdi ve konu hakkında yorum yapılamayacak kadar azdı. "Güçlüsün ve iraden epey kuvvetli. Adın nedir, hangi tanrının çocuğusun?" Çocuğun bu ani sorusu beni şaşırtmıştı ama yine de cevap verdim. "Marcus Carter, Jüpiter'in çocuğuyum." Çocuğun yüzüne o kadar şaşkın bir ifade yerleşmişti ki gözleri neredeyse yuvalarından fırlayacaktı. Birkaç saniye bekledi ve "Seninle bir şey konuşmalıyım." dedi.
Çocuk garip bir şekilde beni gördüğüne sevinmiş gibiydi. Birkaç dakika önce neredeyse öldürücü bir şekilde saldırdığım ve karşılık da aldığım çocuk, şimdi benimle birlikte yürüyordu. Birkaç dakika daha yürüdük ve gözlerden uzak bir yere oturduk. Karşımdaki çocuk etrafına bakındı ve kimsenin bizi görmediğine emin olduktan sonra bana döndü. Tam konuşmaya başlayacaktı ki sözünü kestim. "Bak dostum, kim olduğunu bilmiyorum fakat beni öldüreceksen bile en azından kim olduğunu bilmeliyim. Kimsin ve kimin çocuğusun sen?" Çocuk derin bir nefes aldı ve konuşmaya başladı. "Adım, Yondaime Hokage ve Apollon'un çocuğuyum. Kulübe lideriyim aynı zamanda fakat uzun zamandır kampa uğramıyordum. Bu yüzden ikimiz de birbirimizi hiç tanımıyoruz. Marcus, şimdi sana anlatacaklarımı pür dikkatle dinlemeni istiyorum. " Onay verircesine kafamı salladım ve Yondaime konuşmaya devam etti. "Ölüm, Melez Kampı'nın dışında kol geziyor Marcus. Ve sadece insanların bedenini almakla kalmıyor, ruhlarını da yok ediyor. Kimden bahsettiğimi anlamışsındır sanırım." Evet, işte bu! Bu çocuk kampta dolaşan söylentilerden bahsediyordu. "Thanatos... Thanatos'tan bahsediyorsun fakat neden insanların ruhlarını yok etmeye çalışsın ki?" "Şimdilik sorunu es geçiyorum. Ben kamp dışındayken Thanatos benim peşimdeydi ve ondan kaçmak için çok uğraştım. Büyük acılar çektim ve sonunda bir ize ulaştım. Bulduğum izler senin de tehlikede olduğunu gösteriyor Marcus." Tehlikede miydim? Yok artık, bu kadarı da saçmalıktı. "Söylediklerin gerçekten mantıklı fakat hayatımda bir kere bile Thanatos ile karşılaşmadım. Neden beni öldürmek istesin ki?" "Sadece seni öldürmek değil, ruhunu da yok etmek istiyor. Neyse, bunu sana daha uygun bir zamanda açıklayacağım. Şimdi şu notu oku. Sanırım bu yeterince açıklayıcı olur senin için." Elime bir kağıt parçası tutuşturdu. Heyecanla alıp okumaya başladım.
Aranan nesne yıllardır gizli ve gizemli
Umulandan daha güçlü ve ilahi
Kullanmak için fedakarlığın anlamını geçmeli
Yedi tepeden birinin üzerinde, onu hissetmeli
Göreceksin, iki büyük sütunun ortasında tanrıların efendisi
Apollo'nun muhafızı çözebilir oradaki bilmeceyi
Ancak, ihtiyacı olan bir Jupiter veled-i
Ruhunda ki irade ölümü dahi bastırabilmeli.
Kağıdı Yondaime'ye geri verdim ve konuşmaya başladım. "Bak, sadece bir Jüpiter çocuğuna ihtiyacın olduğunu anladım. Tabii, Apollo'nun muhafızı sensen." Çocuk elini başına dayadı ve birkaç saniye düşündü. "Ruhların, ruhlarımızın, yok edilmemesi için bu bilmeceyi çözmemiz gerekiyor Marcus. Thanatos'un ruhunu yok etmesini engellemek için bazı nesneler var ve bunları bulduğumuzda sırların açığa çıkacağını düşünüyorum. Kağıtta da yazdığı gibi bir Jüpiter çocuğuna ihtiyacım var. Bu nesnelerden biri hakkında elimizde bilgi var ve bunu sadece sen alabilirsin. Benimle beraber bu maceraya katılır mısın?" Düşünceler beynime akın ediyordu. Ölüm beni bulacaktı ve bunu engellemek için bir nesneyi bulup kullanmam gerekiyordu. Onunla beraber gidebilirdim fakat sebepler ve sonuçlar o kadar belirsizdi ki... "Pekala, seninle geleceğim fakat bir sorum var. Bu nesneyi nerede bulacağız? Yani çok güçlü olduğunu biliyoruz fakat dünyanın herhangi bir yerinde olabilir." Yondaime'nin yüzünde bir gülümseme oluştu. "Bunu zaten kağıtta belirtmiş. Yedi tepeli şehre gitmeliyiz. Hazırlan bence Marcus, İstanbul'a doğru yol alacağız."