Yine lanet olasıcı bir sabaha gözlerimi açmıştım. Rüzgarın esişine karşı direnmeye gücü olmayan ağaç dalların titremesi gibiydi hayatım; Acizdim, elimde günlerimi değiştirecek gücü bulamıyordum. Artık hiçbir eğlence doyumsuz ruhumda ufacık bir heyecan kıpırtısı dahi uyandırmıyordu. Yaşıyordum yine de, amaçsızca nefes alıp vermeye devam ediyordum. Bu düşünceleri kafamdan atmak için yatağımdan kalktım ve ayaklarımı yere sürte sürte banyoya gittim. İki avucumun alabileceği maksimum kapasitede suyu çehreme boca ettim. Suyun serinliğiyle irkildiğim zaman tam anlamıyla uyandığıma kanaat kıldım. Havluyla çenemden akan damlaları sildikten sonra havluyu bir kenara fırlattım ve banyodan çıktım. Bugün hangi planlarım olduğunu öğrenmek için takvimin yanına gittim. Bugünün tarihine baktığımda 1 Mart olduğunu ve kırmızı renkte işaretlendiğini gördüm. Ayrıntısına baktığımda Zeus’un Persephone için verdiği davetin bugün olduğunu gördüm. İşin felaket tarafı bu davetteki yemeklerin benim ellerime bakıyor olmasıydı. İçimden lanet okuduktan sonra üzerimi değiştirdim. Güne iyi başlamak için her zaman önem verdiğim kahvaltı şimdi pek işe yaramasa da yapacaktım. Ne demişler yemek ruhun gıdasıdır. Belki günümün bundan sonrası iyi geçerdi. Mutfağa gidip işe koyuldum. İlk başta nefis bir çay demledim. Çay demlenirken ben de tava çıkarıp omlet yapmaya giriştim. Yumurtalar tavada isyan ederken kendim yarattığım mucizeye bakarak mutlu oldum. Dünyaya ne kadar muhteşem şeyler yaratıyordum. Şu an kendimle gurur duyuyordum. Omlet piştiğinde onu ocaktan aldım ve masaya koydum. Çay da demlenmişti. Çayı özenle kulplu bardağa doldururken bir yandan da şarkı mırıldanıyordum. Aklıma bu şarkının nereden takıldığını bilmesem de eğlenceli dakikalar geçiriyordum. Kahvaltının geri kalan işlerini de tamamladıktan sonra yemeye başladım. İşin en sevdiğim kısmı buydu. Canlının kendi yarattığı şeyi afiyetle yemesi gibi yoktu. Belki biraz obur olduğumdan dolayı kahvaltım çabuk bitti. Bu duruma sinir oluyordum işte. Güzel olan her şey kısa sürüyordu. Daha fazla sürmesini sağlamam beş dakikamı bile almazdı ama bugün yapılacak çok işim vardı. Oturup Zeus’un davetini hazırlamam gerekiyordu.
Aklımdan yapacağım yemekleri düşündüm. Sushi, Dil Balığı, Rus Salatası, Biftek… Bu yemeklerin hiçbirini yapmak istemiyordum. Ben yarıda olsa Türk’tüm. Dolayısıyla da Türk yemekleri yapmak istiyordum. En iyisi eşit dağılım yapmaktı. Elimi şıklattım ve yemek odama gittim. Burada bin bir çeşit yemek yapıyordum. Tabii ki hepsini ben kendi kafamdan uyduruyordum. Yemek girişimine başladım. Tanrılara özel yirmi otuz çeşit yemek yapıyordum. Ne de olsa bu benim için çocuk oyuncağıydı. Yemek işlemi bittikten sonra sıra içeceklere geldi. İçecek işini de ben halledecektim. En güzel içkileri ayarlarken kendi kendime “Babam Dionysos artık yaşlandı. Ben ondan daha iyi içki yapabiliyorum. Artık emekli olma yaşı geldi. Bunadı ya.” diyordum. Babama daha önce bunadığını söylemiştim ama bunu kabul etmiyordu. Benden daha iyi içki yaptığını düşünüyordu. Oysa bütün alem benle yarışamayacağını biliyordu. Boynuz kulağı geçer derler. Kendi atasözlerimde olsa Türk atasözlerini pek anladığım söylenemezdi. Kim bulduysa nasıl bulduğunu çok merak ediyordum. Boynuz kulağı geçer ne ya? Kafamdan bu düşünceleri silerek içki yapımına geri döndüm. Ellerimle harika bir rakı yapıyordum. Rakı Türklerin baba içkisiydi ve bunu bulduğum için kendimle gurur duyuyordum. Birbirine karışan nefis yiyecek kokularını Tüm Eskişehir alsın diye camı açtım. Kokular dışarı giderken ben de Eses’in bugün yapacağı maç ne olur diye düşünüyordum. Tabii ki yenecektik. Taraftar, skor falan düşünürken gözüm saate takıldı. Geç kalıyordum, elimi acele tutmalıydım. İçki de bitince organizasyon için gıdalarla beraber Olimpos’a ışınlandım. Davetin yapılacağı yerdeydim. Parmağımı tek bir şıklatmamla tüm masalar döşendi. Her şey hazırdı. Her şeyi bir daha gözden geçirirken yanıma babam geldi ve “Umarım içkileri güzel yapmışsındır.” dedi. Olimpos’u inleten kahkahamı attıktan sonra “Senin yaptıklarından daha güzel olduğu kesin babalık.” dedim. Babam bana sertçe baktıktan sonra “Göreceğiz!” dedi ve yanımdan kayboldu. Arkasından bir kahkaha daha patlattıktan sonra bir koltuğa oturdum ve davetin başlamasını bekledim.
Çok geçmeden bütün tanrı ve tanrıçalar gelmeye başladı. Davet başlamıştı. Zeus, Persephone için kadehini kaldırdıktan sonra yemek başladı. İsteğimle bütün yemekler geliyor, gerekirse yeniliyor veya değişiyordu. Herkes halinden memnun gibiydi. İçkilerimi ise herkes beğenerek içiyordu. Burada tek rahatsız olan kişi babamdı. Ona da yapacak bir şey yoktu. O kadar emekli olmasını söylüyordum, dinlemiyor ki! Davet tüm hızıyla devam ediyordu. Bir süre sonra millet dağılmaya başlamıştı. İçimden buna çok seviniyordum. Nasıl olsa misafirliğin kısa olanı makbuldür. Tüm günüm gitmişti. Herkes gittiğinde ben de evime döndüm. Tanrı olduğum için yorulmasam da kendimi yorgun gibi hissediyordum. Ancak bir de melez kampına uğramak istiyordum. Ne zamandır melez kardeşlerimi görmüyordum. Bir hal hatır sormak gerekiyordu. Tanrı olmamamın en sevdiğim özelliği ışınlanma işiydi. Eskişehir’den Amerika’ya iki saniyede varabiliyordum. Sadece istemem yeterliydi. Kampa ışınlandığımda etrafıma bakındım. Amerika’da Apollon daha yeni yeni kendini gösteriyordu. Eskişehir’le Amerika arasındaki saat farkını unutmuştum. En iyisi birkaç saat burada geçirip herkesin uyanmasını beklemekti. Kamp aşırı sessizdi. Ormandan bile ses gelmiyordu. Kamp meydanında beklemek hiç akıllıca bir fikir olmadığını düşünerek yürümeye başladım. Biraz yürümek fena olmazdı. Tabii biraz dediğim on metre kadardı. Daha fazlası bana fazlaydı. Büyük Ev’e gittim ve dinlenme odasında uzanarak güneşin doğuşunu beklemeye başladım. Gün tamamen bitmişti ve yeni bir gün başlıyordu.