Pegasusumun üzerinde son hız arkamdaki ventuslardan kaçıyordum. Eon elimde mızrak halinde bulunuyordu. Ventuslardan biri bana yetişerek yandan saldırdı. Eon’u savurup onu gerçek bir dumana çevirdim. Diğerleri de bana yaklaşıyorlardı. Fırtına’ya biraz daha hızlanması için yalvardım. Beni anladığı belliydi çünkü hızımız iki misli artmıştı. Birden düşüncelerim şu sesle dağıldı; ring,ring,ring… Elime cebime attım. Telefonum çalıyordu. Arayan Michael’dı. Açtım; boğuk bir ses, ‘’Naber Luke’cuk? Telefonun açık kalmış sanırım. Bu arada birazdan önüne çıkacağım’’ tam küfür etmeye hazırlanıyordum ki telefon kapandı. Ben yine bir küfür savurarak telefonumu hırsla kapattım. Onu nasıl açık bıraktığıma inanamıyordum. Arkama baktım ventuslar arkalarını dönmüş kaçıyorlardı. Önüme döndüğüm zaman bir Mantikor karşımda yani havada uçarak benim yolumu kesiyordu. Bir kere söyledim ‘’Michael’’ hemen altından geçerek hızla ilerledim. Fırtına son sınırlarını zorluyordu. İleride bir baraj vardı. Bu Hoover Barajı olmalıydı. Hemen barajın içine Fırtına’yla beraber daldım. Onun sırtından atladım. Michael arkamdan uçuyordu. Ben öbür taftan aşağı atladım. O da peşimden uçmaya başladı. Eon’u elimde zincirli palaya dönüştürmüştüm. Michael ile aramda bir metre vardı. Palayı ona fırlattım. Pala kalbini deşip geçti ve arkadan tuttu. Palayı geri çektim. Mantikor toz olmuştu. Ben ise aşağı düşüyordum. Derken Fırtına beni havada yakaladı. Hemen üstünde doğruldum ve yola koyulduk.