“ Seni görüyorum. Bana yaklaşıyor ve ben demiştim diyorsun. Yüzünde pis bir sırıtış ama içtenlikle elini uzatıyorsun. Beni yanında istiyorsun ama almaya korkuyorsun. Elin boş dönemezsin gideceğin yere ve beni yanına alabilmek için her şeyini vermeye hazırsın fakat hiç bir şeye sahip olmadığını bilmiyorsun. Farkına varmıyorsun ama varsanda ne değişecek ki? Buraya gelmenin tek amacı beni kurtarmak mı şu yaşadığım boktan hayattan ama… dur anne. Sadece küçük bir işim kaldı. Nereden geldiysen oraya geri dön. İşimi halledip yanına geleceğim en kısa sürede.”
Gözlerini araladı hafifçe ve yanaklarına doğru süzülen göz damlasını elinin tersiyle sildi. Kulübesinde, şöminenin başında kitabını okurken rüyaya dalmış ve annesini öldüren kişilerle savaştığını görmüştü. Ne yazıkki savaşı kaybetmişti rüyasında ama pes etmemiş ölene kadar savaşmayı sürdürmüştü. Rüyası ölümüne doğru giden yolculukta bitmiş ve annesinin onu almaya geldiğini görmüştü. Gözlerini araladığında yapılması gerekenler bir anda aklında belirmişti. İntikam almayı hiç düşünmeden, olanları kabul etmeyi nedense daha mantıklı bulup, düşünce fırtınılarını içinde yaşamış ve yanında, ona destek olmak için bekleyen kişilerden kendini uzakta tutmuştu. Tek yaptığı şey hiç sönmeyen şöminesinin karşısında Tolstoy kitapları okumaktı. Kendini anlamsız bir huzur içerisinde hissediyorken hep bir yarısının eksik olduğunu anlayamamıştı. Annesini kaybemenin verdiği çöküntüyle bir kaç hafta sonra içkiye de başlamıştı. Geceleri kitap okumayı bırakıp sızana kadar içiyordu. Yiyecek içecek ve odun stoklarını tüketir tüketmez eksiklerini almaya gidiyordu. Parası uzun bir zaman önce bitmişti fakat bu dert edebileceği en son şeydi neredeyse. Odununu kendi hallediyor içecek olarak evinin biraz aşağısındaki tatlı sudan yararlanıyordu. Yiyecek işi ise basitti; genelde çalıyordu. Babasına olan inancını yitirmemiş ve ona her gün sövmüyor olsaydı belki o da yardım etmeyi düşünebilirdi ama kimin yardıma ihtiyacı vardı ki?
Toparlanmak için beklediği dört ay onu daha bezgin ve güçsüz biri kılmıştı fakat toparlanması için sadece bir rüya yetmişti. Şimdi yapması gereken alet edevatlarını bulabilmekti. Yaşadığı yer beş kişiden fazlasının sığmayacağı kadar küçük ama kulübenin yarısını kaplayan büyük bir şömineye sahipti. Küçük gemilerdekine benzeyen oval bir penceresi vardı. Genelde dışarıyı bile göremezdi buda özgürlüğünü kendi çapında kısıtladığının en iyi şahidiydi. Odanın geri kalanını tek kişilik olsada büyük yatağı kaplıyordu. Her ne kadar depresyondada olsa rahatına önem vermişti ve buda salaklığının sembolü olabilirdi. İçerisi bir fırını almayacak kadar küçüktü ama zaten fırına ihtiyacı yoktu. Yiyeceklerini -ki genelde bunlar et oluyordu- şöminede pişiriyor kimi zaman iki gün yemiyordu ama diğer gün ölmemek için zorla bir kaç lokmayı dudaklarıyla birleştiriyordu. Kulübe içerisinde bir dolap yoktu bunun yerine yatağın yanında duran çekmeceleri çıkarılmış komidin kullanılıyordu. Odanın geri kalanı ise ayrı bir odaya yapılmış olan küçük bir tuvalet. Bu karamsırlığın doğduğu yerde tek resim, fotoğraf gb umudu doğuracak duvarda altın rengine yakın bir çerçeve içindeki New York Best Seller List yazısı altında toplanmış yirmi başarılı yazarın ismiydi. On sene öncesinin listesiydi ama birinci sırada gelen isim Lathander Hume yani Valas’ın annesiydi.
Bu kadar iç karartıcı bir yerde yaşamanın en güzel odak noktası olmalıydı Valas için. Çekmeceleri sökülmüş komidinin üzerindeki eski saate baktığında güneşin doğmaya yakın olduğunu fark etti. Kulübenin etrafını çeviren ağaçlar genelde sabah güneşinin ışınlarını saklardı. Elindeki şarap dolu kadehi kulübenin kapısına doğru fırlatırken şarapların tanrısı olan babasını saygıyla andı (!). Babası bir tanrı ve annesini kurtarabilirdi. Bunu yapacak güce sahipti. Madem sahipti neden yapmadı? Aklındaki düşünce dalgalarının ona bir yardımı olmayacağı kesindi. Kalkıp hızlı bir şekilde kapıya doğru giderken kilitlenmiş olan kapıyı hışımla açmaya çalıştı. Ne kadar güçlü bir kapıymış (!) hemende açıldı, kilidine rağmen. Dışarı çıktığında ışık huzmelerinin ağaç yaprakları arasından vücudunu okyaşıyış hoşuna gitmişti. Uzun zaman olmuştu sabah vakti dışarı çıkmayalı. Tahta çitle çevrilmiş olan bahçesine baktı. Tabii buna bahçe denebilirse. Bütün çiçekler solmuş ve otlar ise başak tarlasında hatrı sayılır bir yer kazanacak kadar sararmış ve uzamışlardı. Bu kötü haberdi çünkü ihtiyacı olan silahlarını bahçesine gömmüştü. Derin off çekti bağırarak ormanın içinde. Uçuşan kuşlardan başka bir ses gelmemiş olsada bir şeyin çıkacağını sanıp tedbir olsun diye etrafına bakınmıştı. Kapısını kilitlemeler, fazla ses çıkarmamalar, gündüz dışarı adımını atmamalar… Ne kadar paranoyak ve korkak bir insan olmuştu böyle ama bu şu ana kadardı. Artık her şey değişti. Korkan kişinin kendisi olmasına hiç gerek yoktu. Bahçesini bir süre gezip eğer bir gün ihtiyacı olursa diye silahlarını bulmak için bıraktığı işareti aradı ama nafile otlar gereğinden fazla büyümüştü fakat daha güneş tam doğmamıştı bile, zamandan bol neyi vardı ki?
En cahil, en aptal ırktır insan ama öyle bir sevdaya kapılır ki öyle bir nefretle bürünür ki işte o zaman korkulur ondan. En vahşi canlıdır belkide ama en çok sevenidir kuşkusuz. Bütün gün otları yolup o işareti ararken tek hissettiği şey nefret veya intikam isteği değildi; annesine duyduğu büyük aşk ve saygıydı. Onun ruhunun rahat içinde uyuması için öldürecekti Medusayı. Medusa… O en rahat bulunabilecek canavardı gözünde. Zorlanmayacaktı ki hiç, direk Em Teyzenin dükkanına yada onun inine gidecekti. Eğer inine gitmesi gerekecekse Em Teyzenin dükkanınada uğraması gerekecekti çünkü annesi oraya heykel bakmaya gittiğinde öldürüldü. Onun taş almış halinide olsa son bir kez görüp ona saygısından heykeli kıracaktı. Saçma mıydı? Hayır. O bir insandı ve bu şekilde bir taş olarak kalamazdı. Uzun uğraşlar sonrasında bulmuştu işaretini. İşaret üzerinde ok ve yay bulunan bir bayraktı. Bayrak yere köşelerinden tutturulmuş büyük kazıklar ile bağlanmıştı ve bu bayrak orta asyanın bir toplumunun oklarla savaşmasını sembol ediyordu. Kazıkları yerden çıkardığında bayrağı katlayıp pantolonun arka cebine sıkıştırdı. Küreği bulunmadığından nasıl gömdüyse öyle çıkartacaktı aletlerini; elleriyle. Ellerini kullanarak kazmaya çalışması pek mantıklı değildi elbet. Toprak kurumuş ve fazla sertti ama o tırnaklarının kırılmasına önem vermeyecek kadar saygılıydı annesine. Köşede oturuğ şu ana kadar yaptığı gibi ağlamayacaktı her şeye hele tırnaklarının birer kırılmasına hiç. Kazdıkça kazıyor ve durmak bilmiyordu. Ona ulaşamamak için fazla kazmış olmalıydı ama derinlere indikçe toprak yumuşuyor ve kazmak daha kolay bir hal alıyordu. Bir süre kazmaya devam etti ama daha sonra elini sert bir şeye çarpıp kanayınca durdu.
“ İşte buradasın eski dostum. Eminim ki beni özlemişssindir. “
Evet, her şey yolundaydı; bahçesini didik didik edip bıraktığı işareti bulmuş neredeyse bir saattir kazmasına rağmen nefes almak için bile ara vermeyip devam etmeyi sürdürmüş ve şu filmlerde yapılan sıkıcı “ eski dostum “ muhabbetini gerçekleştirmişti. Tahtadan olmasına rağmen büyük demirden bir kilitle tutturulmuş genişçe kutuyu zorlanarak ama bir anda kanında hissettiği bir güçle –halk arasında gaza gelmiş demek işte- kutuyu alıp dışarıya çıkarmıştı. Kutuyu açmak için gereken anahtar kolyesinde asılıydı böylece bir an bile aramak için zaman kaybetmemiş vücudunu kutuya yaklaştırıp kilidi açmıştır. Kutunun kapağını bir heyecanla açtığında gördüğü manzara gerçekten hoşuna gitmişti. Her ne kadar babasından almış da olsa bu hediyeyi, seviyordu okunu,yayını. Çelikten bir yaydı onun sahip olduğu fakat normal tahtadan farksız bir ağırlığa sahipti. Oklarıda aynı şekilde yaratılmştı ve ilahi çelikten yapılmış oldukları ise bir gerçekti. Yüzündeki büyük gülümseme kimsenin hoşuna gitmeyeceği kadar büyük bir tehlike anımsatıyordu. İntikam almak için yola çıkan birinden kork diye bir şey okumuştu kitabında. Kime ait olduğunu bilmesede bu sözün, yazar ne kadar güzel söylemiş. Kutunun içindeki tek şey oklar ve yay değildi; bir hançer bulunmaktaydı. Üzerinde Valas yazmaktaydı ve bu hançerin babasıyla en ufak bir alakası yoktu. Melez kampındayken kendisi yapmıştı. Alet edevat olarak donanmış haldeydi. O halde tek eksik olan şey medusanın kafasıydı. Gidip onun kafasını alacaktı ve küle dönene kadar yakacaktı. Evet işte tam olarak amacı buydu. Yola çıkmak için hazırlanırken düşündüğü tek şey: Önüne kim çıkarsa ölecek ve merhamet asla olmayacaktı.