~
Kampa geldikten kısa bir süre sonra her yeri öğrenmiştim. Çok fazla arkadaşım yoktu, fakat Athena’nın çocukları ve Hestia’nın rahibeleri benimle olabildiği kadar ilgileniyorlardı. Bir haftadan kısa bir süre sonra kamp mekanlarını biliyordum. Birkaç tane girmediğim yerler de vardı, sadece önünden geçmiştim oraların, bu nedenle hazır boş zamanım varken oraları gezeyim demiştim.
Güneş gökyüzünün en tepesine kurulmuş, tüm kamp alanını ısıtıyordu. Kıyıdan gelen hafif esinti güneşin kavurucu sıcaklığını biraz da olsa dindiriyordu. Long Island sahilinin önünden geçerken Poseidon çocuklarının birbirlerine su şakaları yaptığını gördüm. Afrodit çocukları plaja halılarını sermiş, güneşleniyorlardı. Poseidon çocukları sinirlerini bozmak için ara sıra “yanlışlıkla” Athena kızlarına da su fırlatmayı ihmal etmiyordu.
On dakika kadar kampta dolaştıktan sonra sonunda daha önce girmediğim bir yere girmeye karar verdim; pegasus ahırına. İlk kez pegasus gördüğüm günü hatırlıyorum da –hatırlamayacak bir şey yoktu gerçi, beş gün önceydi- korkudan mı, heyecandan mı bilmiyordum ama neredeyse bayılacaktım. İnsan bunca senedir gerçek üstü varlıklar olarak bildiği bir şeyin birden bire gerçek olduğunu öğrenince, hatta direkt görünce doğal olarak şaşırıyordu. Yine de ben daha fazla tepki vermediğim için ve şoku çabucak atlatabildiğim için kendimle gurur duyuyordum.
Pegasus ahırı tahmin ettiğimden de büyüktü. Ahırda belki yüz tane pegasus vardı. Hepsinin dış görünümü birbirinden farklıydı. Ahırın içinde biraz gezdim, pegasuslara teker teker baktım ve davranışlarını izledim. Atlardan bir farkları var mı diye baktım; fakat hiçbir fark yoktu, kanatları dışında. Genellikle beyaz renklilerdi, istisnalar da vardı tabi.
Bir bölmenin önünden geçerken durdum ve bölmeye döndüm. Ona döndüğüm pegasusun beni izlediğini fark etmiştim. Diğer pegasuslar önlerinden geçtiğimde beni fark etmiyorlardı bile, fakat bu pegasus onun bölmesinin önüne gelene kadar beni izlemişti. İri, koyu kahverengi gözleri vardı. Bembeyaz bir attı, yelesi ve kuyruğunun tüyleri krem rengiydi. Kanatlarına baktım, kanatlarının uçları da krem rengiydi. Kısık bir sesle “Ne kadar güzel bir pegasussun sen,” dedim ona bakarak. Anlamış gibi kafasını hafifçe öne eğdi.
“Şeker ister misin?” diye sordu arkamdan bir ses. Aniden başkasının sesini duyunca irkilmiştim, arkamı döndüğümde en yakın arkadaşım Finnick’in durduğunu gördüm. Elinde bir avuç dolusu şeker vardı, bana uzatmıştı. Ona gülümsedim ve şekerlerden ir tanesini alıp pegasusa uzattım. Pegasus ilk başta şekeri kokladı, sonra hemen elimden kaptı şekeri. Yiyip bitirmesi iki saniyesini almamıştı, Ona uzatmış şekilde bıraktığım eli burnuyla iteklemeye başladı; biraz daha şeker istiyordu. Hafifçe kıkırdadım ve Finnick’in elinden birkaç şeker daha aldım, pegasusa uzattım. Şekerleri teker teker yedirirken Finnick, “Bu kampta herkesin bir pegasusu var, ben de benim pegasusuma bakmak için gelmiştim. Bazıları sahipsizdir de, bu da dahil. İstersen,” dedi ve duraksadı. Finnick’e hayret içinde döndüm. “Gerçekten mi?” diye sordum neşeyle. Finnick gülümseyerek başını salladı ve elimi tuttu, şekerlerin geri kalanını da avucuma tıktı ve “Eh, ben gideyim artık, daha yapacak işlerim var,” dedi ve ahırdan dışarı çıktı. Ben de pegasusa döndüm ve ona bir süre baktım. Eh, eğer bu şirin pegasus benim olacaksa, bir ad koymalıydım değil mi? “Senin adın artık Maximus, seninle çok iyi anlaşacağımdan eminim,” dedim. Maximus kafasını onaylar şekilde salladı ve şeker istediğini belli etmek için elimi bir kez daha burnuyla itti. “Al bakalım obur,” dedikten sonra avucumdaki şekerleri bitirene kadar onu besledim.