“Baba! Kalk artık!” diye bağırdım 4. kez. Tekrar homurdandı ve yatağında arkasını döndü. “Geç kalacaksın biliyorsun değil mi?” Artık sabrım taşıyordu. “Hıı-hı” dedi başını hafifçe sallayarak. “Baba, bana zor kullandırtma ve kalk!” dedim, son uyarımdı bu. Bir şeyler mırıldandı ve horlamaya devam etti. Yumruğumu sıktım, derin bir nefes aldım. Her sabah aynı şeydi. Babam bir kütük gibi uyurdu ve onu kaldırmanın sadece bir yolu vardı; su. Sinsi planımı gerçekleştirmek üzere odasından kapıyı çarparak çıktım. İlk önce mutfaktan bir sürahi kaptım ve onu suyla doldurdum. Sonra tekrar odasına döndüm, babam yoktu. “Nasıl uyanır ya?” diye mırıldandım. “Baba?” Ses yoktu. “Baaaba! Eğer amacın şakaysa hiç vaktimiz yok! Tam 20 dakika sonra önemli bir toplantın var! Hatırlatayım” diye seslendim, yine cevap yoktu. İşte bu gerçekten garipti. Benim 10 yıllık babam, asla telaşa kapılmadan duramazdı şimdi. Aceleyle pantolonunu giyiyor olması gerekiyordu. Banyoya gidip kapıyı tıklattım “Baba?” Yine ses yoktu, kapıyı hafifçe araladım. İçeride kimse yoktu. Salona, odasına, odama her yere baktım. Hiçbir yerde yoktu. Nasıl bu kadar hızlı davranıp çıkabilmişti? İmkanı yoktu! Mutfağa gidip Donna’ya sordum. “Babamı gördün mü?” “Hayır, efendim. Görmedim. Uyanmadı diye biliyorum.” Koşarak mutfak kapısından bahçeye çıktım. Ön bahçede değildi, arabası da olduğu yerde duruyordu. Derin bir nefes aldım ve arka bahçeye koştum. Yerdeki silueti görünce yavaşladım. Babamdı, kanlar içinde yerde yatıyordu. Elinde sıkı sıkı tuttuğu bir kılıç vardı. Şoka girmiştim resmen, hiçbir şey düşünemedim. “Baba?” Hala nefes alıp veriyordu. “Jule” dedi nefes nefese, sesi çok kısık çıkıyordu, üstelik titriyordu. Hemen aklımı başıma topladım. “Donna!” diye avazım çıktığı kadar bağırdım. “Donna, hemen ambulans çağır çabuk!” Hemen babamın yanına oturdum. Kanlı ve yaralı yerlerine bakmamaya çalışarak “Merak etme baba, geçecek” dedim. “Beni dinle” dedi. Sanki son nefeslerini veriyordu. O kadar renksizdi ki, şimdiden ölmüş gibiydi. Gözyaşlarıma hakim olamadım. “Yorma kendini babacığım, söz iyileşeceksin” dedim elini tutarak. Sonra arkamı dönüp tekrar “Donna!” diye bağırdım. Donna anında köşeden döndü, babamı o halde görünce hemen elindeki telefona yapıştı. Babama dönüp “Ambulans geliyor. Dayan, ne olur benim için dayan!” diye yalvardım. “Kampa git Jule, burada sakın kalma. Bunu al ve hemen kampa git.” Elindeki kılıcın kabzasındaki küçük bir noktaya dokundu, kılıç bir anda küçüldü ve babamın eski yüzüğüne döndü. Yüzüğü elime koydu ve gözlerini kapattı. Acıyla haykırdım “Baba!”
Omuzlarımdan tutulup sarsılmamla uyandım. “Uyan Jule, yine kabus görüyorsun!” Gözlerimi hafifçe araladım. Karşımda Rex duruyordu. Telaşlı gözlerle bana bakıyor, omuzlarımdan sarsmaya devam ediyordu. Yatakta doğruldum ve “Babam nerede?” diye sordum. “Jule, sadece kabustu. Her zaman aynı şeyi görüyorsun!” Aklım başıma gelmişti ve Rex haklıydı. Her zamanki kabusumu görmüştüm; babamın öldüğü günü. Parmağımdaki yüzüğe baktım ve sakinleşmeye çalıştım. “6 yıl geçti Rex, ne zaman etkisini üstümden atacağım?” “Merak etme, ben yanındayım” Evet, her zaman olduğu gibi yanımdaydı. Babamın öldüğü günden beri, bu yetimhaneye geldiğim günden beri. Yatağımın yanındaki saate baktım. Saat 8’i henüz geçiyordu. “Ah, kahvaltıyı kaçıracağız! Yine uyuyakalmışım. Sen beni uyandırmaya mı gelmiştin?” “Hı? Evet evet. Hadi gidelim” dedi ve beni yataktan çekip çıkardı. “Sen aşağıya in, ben hemen hazırlanıp geliyorum” dedim. Başını salladı ve odamın kapısını açıp dışarı çıktı. Koca odada tek başıma kalmıştım. Ranzaların arasından dolabıma gittim ve üstüme bir şeyler çıkartıp giydim. Banyoda yüzümü iyice yıkadıktan sonra odadan çıktım. Herkes kahvaltıda olduğu için koridorlar bomboştu. Bu yetimhanede disiplin her şeydi. Öyle boş boş dolanan birini göremezdiniz ortalıkta. Adımlarımı daha da hızlaştırdım. Koridorda sadece yankılanan ritmik adım seslerim duyuluyordu. Birden hırlama sesiyle irkildim. Ani bir hareketle arkama baktım ve birkaç saniye boyunca dinledim. Kimse yoktu, ses de yoktu. Odanın kapısını açık unuttuğumu fark edince homurdanarak tekrar odama doğru yürüdüm. Kapıya geldiğimde hemen tokmağa elimi uzattım. Başımı hafifçe kaldırdığımda odada bir şey olduğunu fark ettim. Gözlerimi o şeye çevirdim. Öylece bakakalmıştım. İri yarı bir yaratık, tek gözünü dikmiş bana bakıyordu. Olduğum yerde çığlığı bastım ve arkama bakmadan ortak salona doğru koşmaya başladım. Hem kendi ayak seslerimi, hem de onunkileri duyuyordum. Canımı dişime takmış, hiç koşmadığım kadar hızlı koşuyordum. Merdivenlere geldiğimde korkuluklara tutundum ve aşağı kayarak indim. Bunu hep eğlence için yapardım, şimdiyse canımı kurtarmak için yapıyordum. Ortak salonun kapısını artık görebiliyordum. Arkama baktım, canavar iyice yaklaşmıştı. Kapıdan dışarı çıkan Rex’i görünce bağırdım “Rex kaç!” Arkasındaki müdiremizi görünce daha da şaşırdım. Müdire hemen ortak salonun kapısını kapattı ve “Jule, çabuk ol!” diye bağırdı. Rex ise eline bir kılıç almıştı ve gözlerini canavara dikmişti. Hemen onların yanına gittim ve müdirenin elini tuttum. Onunla birlikte yetimhanenin çıkışına doğru koşuyorduk. Arkama baktım, Rex hala orada dikilmiş duruyordu. Canavarın ona yaklaşmasıyla, kılıcını savurdu. Başka bir şey göremeden müdirem beni çekiştirerek yetimhanenin kapısından dışarı çıkardı. “Rex orada!” diye bağırdım karşı koymaya çalışarak. “Merak etme, o ne yaptığını biliyor!” Kapıyı iyice kapattı ve güçlü bir ıslık çalıp gökyüzüne bakmaya başladı. Saniyeler içinde “Geliyor!” dedi. Baktığı yere baktım ve bize doğru yaklaşan beyaz bir nokta gördüm. Yaklaştıkça bunun bir kuş olduğunu sandım, kanat çırpıyordu. Biraz daha yaklaşınca bunun aynı zamanda bir at olduğunu fark ettim. Ağzımı açıp bize doğru gelen şeye bakarken müdiremiz “Evet, o bir pegasus Jule. Sana masal olarak anlattığım tüm efsaneler, tanrılar, tanrıçalar, yunan mitolojisi. Hepsi gerçek!” dedi. Ağzım açık bakmaya devam ettiğimi görünce “Keşke sana daha fazlasını anlatabilseydim. Sana iris mesajı yollayacağım. Şimdi gitmen gerekiyor” dedi. Pegasus bize artık iyice yaklaşmıştı. Yavaşça geri çıktı ve beni de kendine çekti. Pegasusa binmeme yardımcı olduktan sonra “Sıkı tutun, kampa gideceğini söyle. Seni götürecektir, kampta Kherion’u bul ve yetimhaneden geldiğini söyle” dedi ve pegasus havalandı.
İlk defa pegasusla uçmak hem korkunç hem de heyecan verici bir şey. Rüzgarın yüzünü yaladığını hissetmek, Manhattan’ı yukarıdan izlemek, belki başka bir günde benim için huzur verici şeyler olabilirdi. Şimdiyse kafam karışıktı. Yaşadığım her şey mantıksız geliyordu. Bunlara inanma sebebim müdiremin “Kampa gideceğini söyle” sözleriydi. Babam da ölmeden önce öyle söylemişti. Yıllardır kamp derken ne demek istediğini düşünmüş durmuştum. Şimdiyse sanki babama verdiğim sözü tutar gibiydim. Tekrar parmağımdaki yüzüğe baktım. Pegasusa “Evime gidiyoruz” dedim. Pegasus ani bir hareketle inişe geçti. Nefesimin kesildiğini hissedebiliyordum. Sadece hemen bitmesi için dua ettim ve gözlerimi kapadım. Yavaşladığını hissettiğimde gözlerimi açtım ve etrafıma bakındım. Evet, şimdi evimdeydim. Yıllardır hiç gelmediğim evimin bahçesinde. Babamın ölümünden sonra her şey bana kalmıştı, ben de evimi satmamıştım. Arka bahçedeydik. Babamın öldüğü yere gözüm takıldı ve pegasustan yavaşça indim. Gözyaşlarıma hakim olmaya çalışarak son gün oturduğum yere oturdum. “Baba” dedim. Sanki oradaydı ve beni duyabiliyordu. “Müdirem neden bahsediyordu? Kampa gidersem bana her şeyi açıklayacaklar mı?” diye sordum ağlayarak. Uzun bir süre orada kaldım. En sonunda gözyaşlarımı sildim ve iç çekerek ayağa kalktım. Arkamı döndüm ve evime baktım. “Yeniden geleceğim, söz veriyorum. Bu bir son olmayacak” dedim eski eve. Tekrar pegasusa bindim ve “Kampa gidiyoruz” dedim.