Kafasına isabet eden minik bir taş, başını oynatıp daha fazlasının gelip gelmeyeceğine bakmasına neden oldu. Hafifçe kıpırdanınca dönen halat neredeyse dengesini yitirmesine neden olacağı için ayaklarını açıp kapatarak dengesini bulmaya çalıştı. Ne kadar zamandır buradaydı? Belki bir saat geçmişti. Belki de on saat... Tek bildiği, bu uygulamayı protesto eden kasları bile artık direnmeyi bırakıp uyuşukluğa gömülmeye başladığı için, çok da fazla tutunamayacağıydı. ‘Hiç zahmet etme, Al, hatta bırak gitsin. Sevdik biz burayı. Çok karanlık ve kötücül, ve de... karanlık!’ dedi kulağında metalimsi bir çocuk sesi. Titreyerek biraz daha sıkı sarılmaya çalıştı halata, sanki oyuncak ayısına tutunarak korkularını yenmeye çalışan küçük bir çocuk gibi. Halat biraz sallandı. Hayata tutunmasını sağlayan ve şu anda birden bire incecik olduğunu düşünmeye başladığı halata ne kadar güvenebileceğinden emin değildi. ‘Yapma dostum, bana korktuğunu söylemeyeceksin, değil mi?’ Sımsıkı yumduğu gözlerini kısa bir süreliğine açarak etrafına bakındı bunun üzerine. Karanlığın çocuğu olduğu için, mağarayı avcunun içine almış olan karanlıkta etrafı görmekte hiçbir zorluk çekmiyordu. Tartarus’un taştan, simsiyah duvarları soğuk ve kimsesiz zindan duvarı gibi görünüyordu ve boylu boyuna...Midesi ağzına geldi ve kurumuş bir sıvı gibi görünen koyu rengin ne olduğunu düşünmemeye çalıştı. Hepsi birbirinden tiksindirici olan çeşitli görüntü geçti aklından; eski usül bir sunak, kurban edilmek üzere öne çıkarılan zavallı insanlar... ‘Amma da hanım evladıymışsın sen. Ben de yaptıklarına bakarak seni bir şeye benzetmiştim. Zavallının, işe yaramazın tekiymişsin.’ Çocuk sesi değişmiş, daha önce bir kere yüz yüzeyken, birkaç kere de rüyalarında duyduğu sert ve vahşi sese dönüşmüştü. Gözle görülür bir şekilde titreyen genç adam, cılız bir sesle karşı çıkmaya çalıştı damarlarındaki kanın bile donmasına neden olan o acımasız sese. ‘Öyle değilim. İşe yaramaz biri değilim.’ Çocuk sesinin ve Kronos’un sesinin birbirine karışarak patlattığı kahkaha, dipsiz çukurun duvarlarında meşum bir tınıyla yankılanmıştı. ‘Haline bir bak. Doğru düzgün duramıyorsun bile.’ diye alayına devam etti soğuk ses. ‘Yüce Kronos adına hizmet etmesi öngörülen melez bu muydu yani? Hiç sanmam! Ama küçük bir iyiliğim dokunabilir sana. Bak bakalım gördüklerin arasında sana tanıdık gelen bir şeyler olacak mı?’
Soğuk sesin gizeminin arkasına sinmiş olan kötülük, genç kahramanın gözlerini bir kez daha kapatarak çaresizce hiçbir şey düşünmemeye odaklanmasına neden oldu. Ama bir şey göremeyecek haldeyken bile göz kapaklarının arkasında yansıyan mavi parıltı, merakına yenik düşerek gözlerini aralamasına neden olmuştu. Bu büyük bir hataydı. Anında zihninden birçok anı geçmeye başladı; tıpkı bir film şeridi gibi. Bir kez daha o kabus evindeydi işte; kocaman evi gece vaktinde aydınlatan tek şey, çalmaya başlamış olan alarm sisteminin mavi ışıklarıydı. Işık yetersiz olsa da gösterdikleri, normal bir insanın aklını kaçırmasına neden olabilirdi; her tarafta kan vardı, salonun giriş kapısına yakın olan yerinde de gözleri boş boş bakan orta yaşlı bir kadının solgun renkli cesedi. Görüntünün açısı değişirken, izlemeye devam etmek istemeyen melez bir kez daha sımsıkı yumdu gözlerini, ama şimdi önüne geçemiyordu midesini alt üst eden ve zihnini bulandıran görüntülerin aklına girmesine. Kendisine engel olamayıp da babasının cesedine yaptıklarının sonucunu gördüğünde en sonunda dayanıklılığının sınırına kadar gelmişti. O gün içinde yediği iki lokma şey olanca hızıyla ağzından boşluğa dökülmeye başladı. Kronos onaylamayan bir ses çıkarırken, o da gayri ihtiyari bir kolunu ağzına götürdü. ‘Tam düşündüğüm gibi.’ Ses bir anda, bıçakla kesilmiş gibi kesildi ve tam altından mırıldanmalar duydu. Ne İngilizce, ne de antik Yunancaydı duyduğu kelimeler. O, sözlerin hangi dilde olduğunu anlamaya çalışırken (aslında neden anlamaya çalıştığından da emin değildi) bir anda halata tutunduğu eli kaydı. Sanki görünmeyen bir güç onu ayaklarından kavramış, aşağıya çekmeye çalışıyordu. Panikle ufak bir çığlık atan genç adam, telaşla halatı kavramaya çalıştı tekrar. Halatın üzerindeki yapış yapış, ıslak sıvı ellerinin kaymasına neden oluyordu. Can havliyle iki elini birden kullanmaya ve tekrar yukarıya tırmanmaya çalıştı, ama boşluk hissi neredeyse aklını yitirmesine neden olacaktı. En sonunda, tam halatın ucuna kadar gelmişken son dakikada tekrar tutunmayı başarmıştı.
Şimdi Kronos’un kahkahalarla gürleyen sesine, küçük çocuğun mızmızlanan sesi de eklenmişti. ‘Tüh ya, çok az kalmıştı.’ Nefes nefese bulunduğu yerden tırmanmaya çalıştı genç adam, hala tehlikeli bir şekilde uçlardaydı ve aşağıya düşmek gerçekten de en son isteyeceği şeydi. ‘Rahat bırakın beni.’ dedi cılız bir ses tonuyla. Kendisini çok zayıf hissediyordu, sanki korkağın tekiymiş gibi. Yarışmayı bir kenara bırakıp, kendisine sunabileceği bütün ayrıcalıklardan vazgeçip sadece ve sadece bu cehennemden kurtulmak istiyordu. ‘Ah, ama unuttun mu?’ dedi Kronos, sesindeki ironik ton neredeyse dayanılmayacak şekildeydi. ‘Bu cehennemi yaratan sendin, genç melez. Babanı ve üvey anneni öldürmeyi tercih eden sendin. İşlerin bu noktaya kadar gelmesini sen istedin.’ Çocuk, önemli bir bilgi verirmiş gibi ekledi. ‘Anlaşmayı kabul eden de sendin, öyle değil mi, Al?’ Bir an zaman durmuştu. Genç kahraman tepeye ulaşmak için mücadele etmeyi bırakmıştı, kafasındaki sesler de konuşmuyordu. Anlaşma kelimesi, aralarındaki boşlukta sonsuz bir an gibi uzadı. Donup kalmış olan genç melez, kendi güvenliğine ve akıl sağlığına karşı gelerek yaptığı anlaşmayı Kronos'un bir şekilde öğrenmesi halinde olabilecekleri düşündü. Sonra, içindeki kuşkuları doğrular gibi, ‘Ne anlaşması?’ diye sordu Kronos bıçak gibi keskin, kısık bir ses tonuyla. Hareket etmeye bile çekiniyordu genç melez şimdi. ‘Arkamdan bir şeyler mi çeviriyorsun, çocuk?’ Sanki bu, beklediği bir işaretmiş gibi bir anda tırmanmasını hızlandırdı genç kahraman. Tartarus’tan gelen derin bir uğultu, kulaklarını sağır edecek kadar şiddetli bir gümbürtüye dönüştüğünde elleri bir kez daha kaymıştı, ama oradan kurtulma arzusunun verdiği kuvvet, halattan düşmesini engelledi. Ancak daha halatın yarısına kadar bile gelememişken donuk, puslu bir altın rengindeki bir ışık bütün benliğini kapladı ve bir anlığına nerede olduğunu unutmasını sağladı. Tekrar kendini toparlamayı başardığında gözlerini açtığı yer, göreve başlamadan önce getirildikleri yerdi, yani Tanrı Hades’in sarayı.