Yeni doğmuş bir güne uyanmak, bu olsa gerekti. Kan rengindeki kızıl saçlarımın yüzümü kaşındırmasıyla uyanmıştım, üzerimdeki mavi örtüyü ayaklarıma kadar çektikten sonra penceremden içeri süzülen güneş ışınlarına bakarak yüzüme yayılan gülümsemenin sıcaklığını hissettim. Hava bugün sıcaktı, güzel bir gün olacağına işaret edercesine. Ruhumu anlayamadığım bir heyecan dalgası kaplamıştı, fazla geçmeden yatağımdan kalkarak mavi pofuduk terliklerimi giydim, aynanın karşısına geçerek kendime baktım. Masmavi gözlerimi seviyordum, ışıl ışıl parıldamaları dolayısıyla elbet. Normalde sevdiğim kızıl rengi saçlarım bu sefer dağınık ve birbirine karışmıştı, duşa doğru ilerlemeye başlamıştım. Ahşap renkli yerler ve tavana baktığımda gördüğüm süslemeler eşliğinde tam tuvaletin kapısını açacakken alt kattan gelen sesle irkildim. "Kızım, dans dersine geç kalmak istemezsin sanıyorum!" O an aptallığıma ve unutkanlığıma lanet ettim. Bugün dans dersim vardı, saçlarımı açmaya ve güzel görünmeye zamanım yoktu, kahvaltı etmeye zamanım olmadığı gibi. Tuvaletin kapısının kulpundan elimi çektikten sonra gıcırdayan merdivenin rahatsız edici sesi eşliğinde bir alt kata inmeye başladığımda adımlarımı hızlandırdım ve annemin karşına dikildiğimde azarlayan sesini işitmek zorunda kaldım. Hızla üst kata çıktım, yine rahatsızlık veren merdiven eşliğinde ve ardından üzerime ne bulduysam geçirdim. Şansıma daha yeni aldığım kot pantolonun ve kolsuz beyaz tişörtün gelmesi büyük bir şanstı elbet, saçımı da topuz yaparak topladığımda benden hızlı bir güzelin olmadığını düşünerek üzerime sıktığım parfüm eşliğinde üst kattan hala söylenmekte olan anneme el salladım ve aşağı kata vardığımda anneme sarıldım. Gülümseyerek saçlarımı okşayan annem, elime dans çantasını tutuşturduktan sonra beraber evimizden dışarıya çıktık. Suratıma vuran sıcak hava beni oldukça bunalttıysa da, karşımda gördüğüm beyaz arabanın klimalı olduğu düşüncesi içime su serpen bir etkendi. Annem anahtarı bana verdi, yeni ehliyet almış olan ben de annemi öptükten sonra arabanın kapısını açtım ve çantamı içine attıktan sonra anahtarı kontağa takarak çalıştırmaya başladım. Klimayı sonuna dek açtıktan sonra, kemerimi bağladım ve radyo eşliğinde yolumda ilerlemeye başladım.
Arabanın içerisinde gayet temkinli bir şekilde araç sürüyordum. Yollarda kimseler yoktu, kısa yolu kullanmanın karı da buydu. En sevdiğim parçayı mırıldanırken, birden arabamın önüne fırlayan şeyi görünce refleks olarak çığlık atmaya başladım. Sonra aklıma arabayı durdurmak geldi ve son anda frene bastım. Karşımda duran şey, tanımlayamadığım bir varlıktı. Konuşamıyordum, kalmıştım. Arabanın içinde az önce tepinmekte olan ben, şimdi hiçbir şey yapmadan yaratığa bakıyordum. Korkarak arabadan indiğimde bir de arkadan gelen bir miniğin çığlık sesini duyunca korkum iyice büyümüştü. Çocuk nefes nefeseydi, elinde kılıç gibi bir şeyle bana doğru koşarken korkmamam da elde değildi. Yanıma vardığında karşıdaki yaratığa baktı. "O kadar da geç kalmamışım." dedi bana kılıcı uzatırken. Bir süre tereddüt etsem de, o an rüyada olduğumu düşündürtmeyecek hiçbir etken yoktu karşımda. Vıcık vıcık yağ akan canavarın yarısı insan, yarısı da boğaydı. Acayip sesler çıkartarak beni ürkütmesi de cabasıydı, daha fazla bekleyemezdim. Bir yabancının verdiği kılıca dört elle sarılarak yaratığa doğru koşmaya başladım. Ne var ki ilk hamlem başarısız olmuştu, kotla savaşmak da hiç kolay olmadığından öleceğim kesindi. Bir iki kere daha kılıçla saldırmayı denedim, ama birkaç sıyrıktan başka hiçbir şeye yaramıyordu bu çabalarım. Yabancı çocuğa baktım. Yemyeşil gözleri ve düz sarı saçlarıyla beni izliyordu, çabalarımın sonuç vermeyeceğini anladığı zaman da bana ok ve yay uzattı. Bunları denememi istiyordu şimdi de, güvenip güvenemeyeceğimi bilmiyordum ona ama karşımdaki duruma göre sorgulamamam gerektiğini de anlamıştım. Ok ve yayı aldım, tek hakkım olduğunu biliyordum. Yaratığı izliyordum, tam o sırada arabama yaklaştığını gördüm ve kan beynime sıçradı. Hiç kimse benim yeni arabama dokunamazdı. Hiç düşünmeden yayı gerdim ve oku fırlattım. Bu yaratığı biraz duraklatmıştı, gerindim bağırdım ve az önce yere koyduğum kılıcı olarak yaratığın karnına sapladım. O anda kül olan yaratığa gözlerim faltaşı gibi açılmış bir şekilde baktım. Bu neydi şimdi? Kendimi cimcikledim ama uyanmamıştım. En iyisinin arabamda beklemek ve düşünmek olduğunu zannederek arabama doğru ilerlerken arkadan bir ses beni durdurdu. "Hey kız, nereye gidiyorsun?"
Az önce bana yardım eden sevimli miniğe teşekkür etmeyi unutmuştum doğru ya, benimki de büyük aptallıktı. Ona uzaktan teşekkür ettikten sonra çocuk başını iki yana salladı ve yanıma koştu. "Gideceğin tek yer benimle gideceğin yerdir." diyince afalladım. Ne istiyordu ki bu çocuk, bana kılıç uzattı diye onunla evlenmemi mi? Kolumu tutmuştu, zor da olsa kurtardığım kolumla beraber arkamı dönerek ilerlemeye başladığımda bir sesle daha irkildim. "Senin baban nerede?" diye sorunca gözlerimi büyüterek çocuğun üzerine doğru ilerlemeye başladım. Çocuk korkmuş gibiydi ama kimse babam hakkında laf edemezdi. Onun ne olduğunu ben bile bilmezken kimse onu soramazdı. Ensesinden yakaladığım çocuğu uzun boyumla aşağıladıktan sonra çocuk bilmiş bir tavırla konuşmaya başladı. "Ben yerini biliyorum. Senin ait olduğun yeri de biliyorum." Çocuğa döndüm, tam yumruklayacakken beni susturdu. "Baban aslında bir Yunan Tanrısı, bunu sana ispatlayabilirim. Benimle gel." Önce çocuğa alaycı gözlerle baktım ama duruşuyla gayet olgun görünen bu çocuğun tavrında hiçbir değişme olmadığını görerek onunla gidip de ne kaybedeceğimi düşündüm. Kolundan tutarak arabamın içine attım onu. Beni götüreceği yolu bilmek istemiyordum, ama oraya gitmek çok istiyordum.