"Kurstan seni kaçta alayım?"
"Kendim dönerim."
"Hayır Ken, olmaz. Tek başına otobüslerde, seviyende olmayan insanlarla birlikte sürünmeni istemiyorum."
"Sığlığın son demlerini yaşıyorsun, sen de babam da."
"Baban bu şekilde yolculuk etmeni istemiyor."
"Babam motorumu bir kamyona çarpıp kırılmadık herhangi bir kemiğini bıraksaydı, bu şekilde yolculuk etmeyecektim. Şurda dur."
Gece karası gözleri, parkmetrenin yanındaki küçük boşluğu işaret etmiş, araba hızını azaltarak, acemi bir eforla boşluğun yanında durmuştu. Hiçbir şey söylemeden inen Ken, ardından korna çalan arabanın uzaklaşmasıyla gözlerini devirdi. Çekilemeyen bir üstünlük çabası içine girmiş ailesi, parasal zenginliği refahın tek unsuru olarak kabul ediyor, at gözlüklerinden kurtulmayı inatla reddererek, kapalı ufuklarla, çaresiz bir hayat yaşıyordu çocuğa göre. Bu illete küçük bir çocukken karşı çıkan yapısı, 'zenginlik mutluluk getirmez' geyiğinden farklı bir düşünce sistemiyle işleyen beyninin eseriydi. Dışarı çıktığında, oyuncaklar, güzel yiyecekler ve eğlence için harcadığı gani gani dolarların keyfini sürdüğü anların doruk noktasındayken, kaderin bir cilvesi olsa gerek, karşısına, bu gibi nimetleri temin edemeyecek duruma sahip biri çıkıyor ve Küçük Ken'i düşünmeye sevk ediyordu. Hayatın adil olmadığını erken fark etse de, çocukluğun verdiği bencillikle umursamayıp, parasını çarçur etmeye devam etmişti, şu an düşündüğündeyse bunu utançla hatırlardı. Diğer çocuğa acıdığı, kendini değersiz hissettiği için değildi bu utanç. İnsanın nefsinden faydalanma güdüsüyle oturtulmuş bu hain sistemin kölesi olduğuna, onların bir piyonu haline gelip, sadece tüketmeyi ve kurutmayı amaçlayan zihniyeti benimsediğine inanamamıştı, ve bunu çocukluğuna yorarak hatalarının üstünü kapatmak aklının ucundan bile geçmezdi. Yapılan hataları kabullenir, ve bu kabullenmenin getirisiyle tekrarlamazdı.
Ardında bıraktığı araba gözden kaybolduğunda, normalden epeyce farklı olan vücuduna göz gezdirdi refleks olarak. Üstün olarak nitelendirebileceği bir vücuda sahipti, kaslı yapısı tarafından insanların dikkatini kolayca çekebilmişti. Doğanın kendisine bahşettiği bir nimet olarak görse de, narsizme varan kibrini kamçılamayı bilirdi. Omzuna kadar uzanan kumral saçları, buğday rengi teninin çepeçevre sardığı büyük elleri vardı. Yakışıklı bir yüz hattına sahip olmasa da, saçlarının çene yapısıyla uyumundan olsa gerek, iyi göründüğü söylenirdi. Belinin bittiği yerdeyse, pantolon bulmakta sıkıntı çekmesine sebebiyet verecek kadar uzun, ve lisenin başında ilgilendiği atletizmin getirisi olan kaslı bacakları, fiziksel profilinin özetini bir nevi tamamlıyordu.
Attığı uzun adımların yönü, ailesinin, mızrak kullanmadaki ustalığını fark ettiklerinde, Ken'in gitmesi gerektiğine kanaat getirdiği eskrim kursuydu. Sokak kavgalarından ve eve getirdiği ihtar kağıtlarından bunaldıklarından yapmışlardı bunu, onlara kalsa sudoku oynayıp diğer zengin çocuklarıyla gece kulüplerinde takılırdı. Yüksek binaların ve çoğunlukla gökdelenlerin bulunduğu merkezi bir bulvarın ortasındaki binaya, camdan turnikeli bir kapıdan geçerek giren Ken, önündeki koridorun sonunda olan eskrim kursunun yoluna girmedi ve sağa dönerek, uzunlamasına yoldaki insan seline katıldı. İki yanındaki bankavari gişelere her zaman attığı üstünkörü bakışı tekrar atarak, soldaki dar koridora girdi ve bej renklere sahip duvarları yer yer kesen kara kapıların sonuncusunda içeri girerek, yangın çıkışına ulaştı. Durduğunda arkasına bakıp, güvende hissetti ve o an omzunu kesen ağır çantasından çıkardığı isviçre çakısını, küçük bir tık sesinin eşliğinde açtı. Kilit üzerinde çalışmaya başlamış, birkaç saniye sonra, az öncekinden daha tok, lâkin daha tatmin edici bir tık sesini duymuş ve bir hayalet misali diğer tarafa geçmişti. Yola çıktığı andan beri yüzünden eksik olan tatminkâr gülümsemesini dudaklarına oturttuğundaysa, karşısında onu bekleyen bir motor vardı.
Anahtarı kilide oturtup, fiziksel hazların zirvesi olarak kabul edilen hisle yarışacak bir mutluluğun damarlarına pompalanmasına izin verdi ve şimşek gibi atılarak, suratını kamçılayan rüzgarın her zerresini hissetti. Ulaştığı köhne sitenin yıkık evlerinin arasından bir bir sıyrılarak, diğerlerinden daha heybetli ve antika görünen binanın önünde, frenlerini yakarak durmuştu. Motoru park edip savrulan saçlarını birkaç basit hareketle eski haline getirip, merdivenleri çıktı ve aralık olan kapıdan içeri girdi.
"Hey, Ken!"
Duyduğu sesle sırt kasları yay gibi kasılsa da, renk vermeyerek başını çevirdi ve Drake Venom'la gözgöze geldi.
"Drake."
"Sopanı al ve karşıma geç, seninle birlikte ısınmamı tamamlayacağım."
Büyük kalkanı ve kılıcıyla harcadığı diğer insanlar, kesiklerinden tutarak, kimisi ağır yaralı bir şekilde platformdan sürünerek çıkmaya çalışıyorken, hırslanan Ken, çantasını fırlattı. Ceketini çıkarıp tişörtünden de kurtuldu, odanın en uç noktasındaki mızrağı ve kalkanını alarak platforma çıktı. Eskrim gibi bir çocuk oyunundan öte, dövüşmeyi temel edinmiş, illegal olan bu kulüpte, kafa kafaya mücadele edebildiği tek insandı Drake, diğerlerine zarar vermeyi seven, ailesi Ken'in ailesini tanıyan ve aile dostu olarak geçindikleri zengin çocuğuydu. Kumral çocuğun aksine, kısa ve sapsarı saçları vardı, kırmızı suratıyla birlikte klasik bir İrlanda'lıyı andırıyordu ve sahip olduğu her kuruşla gurur duyarak, sistemin köpekliğini yapmaya meraklı bir karaktere sahipti.
"Seninle işim bittiğinde kaç, kaçabildiğin kadar uzağa. Çünkü eğer yakalarsam, canını almaktan çekinmem."
Sözleri biter bitmez, kırmızı görmüş boğalar gibi atağa geçen Drake'in savurduğu kılıca kalkan koydu ve onun kalkan darbesinden çevik bir hareketle kurtularak geriledi. İkinci hamlesinde, yine kalkanıyla, kılıcını yere saplamış ve ardından çıkardığı mızrak darbesiyle, aceleci davranan rakibinin aşil tendomunu delmişti. Acılı bir haykırışın ardından diz çöken sarışın, bu halinde bile hainlik potansiyelinden geri kalmadı ve kılıcını Ken'in bacaklarının arasına savurdu, ancak kumral saçlarını savurarak, bir kez daha kurtulan irikıyım, hala çıkarmadığı mızrağını daha derine ittirerek, kalkanıyla, olanca gücünü kullanarak vurdu ve oldukça kısa süren mücadeleyi noktaladı. Drake Venom, kibirinin ardına saklanan korkunun getirdiği acelecilikle saldırmış ve yenik düşmüştü.
"Şimdi git."
Acı içinde haykırıp, düellonun başındaki ihtamların gerçeklik payına sığınarak sürünen çocuk, bir dakika içinde kulüp kapısından dışarı çıkıp izini kaybettirdi. Ken'in bakışlarıysa acımasızdı, ve biraz da şüpheli. Şüphesinin sebebiyse, alkışlara aldırmasına fırsat vermeyerek platforma çıkan, kukuletalı ve iki adet orağı silah edinip eline almış yabancıydı.
Yabancı, selam ya da herhangi bir tanışma emsali göstermeden saldırdı. Refleksle geriye çekilerek boynunu parçalanmaktan kurtaran Ken, geriledi ve platformdan indi. İki gerçek oldukça netti. Karşısındaki, çocuğu öldürmek istiyordu ve ondan çok daha iyiydi.
Kulübün arka kapısından çıkıp tüm kuvvetiyle kaçtı, kiremitten yapılma gecekonduların arasından sıyrılarak, nereye gittiğini dahi göremeden koştu. Girdiği sokağın, çıkmaz sokak olduğunu, aydan yoksun bir gecede, duvarla burun buruna geldiğinde fark ettiğinde ardını döndü ve yabancıyı gördü. Tam karşısındaydı, kukuletasını indirmişti ve -Ken kendini, hangi afyonu ne zaman içtiğini sorgularken buldu- iki adet boynuzu vardı. Toynakları, yetersiz sokak lambasında hafifçe parlıyordu ve kekremsi kokusu keskindi.
"Sen yetenekli bir melezsin."
Derinlerden geldiği aşikâr olan buyurgan ses, bir insana ait olmaktan fersahlarca uzaktayken, melezliğin ne olduğunu idrak edemeyen Ken sordu:
"Melez? Yanılıyorsun, bırak peşimi. Ben beyazım."
"Benimle gel."
Ilık rüzgarın yerini dondurucu poyraza bıraktığı o an, ardını dönüp ilerleyen yaratığın peşinden gitme konusunda delice bir isteğe kapılmıştı Ken. Ne yaptığını bilmiyor, asla hissedemediği aidiyetlik duygusunun tatlı kokusunu takip ederek, temenni ettiği ve layık görüldüğü geleceğe doğru yürüdüğünü fark edemiyordu. Hikaye böyle başlamıştı.