Sıkılıyordum. Kulübemde yalnız başıma kitap okumaktan sıkılmıştım. Bu da neydi? İlk kez hissettiğim bir şey. Yalnızlığın benliğini ilk kez hissediyordum. melez kampında biraz gezmek amacıyla dışarı çıksam iyi olacaktı galiba. Sonbaharın yaklaşmasıyla Soğuyan hava için ceketimi aldım. Etrafta öylece dolaşmak sıkıcı olsada kafa dinlemek için iyi bir şeydi. Yakında burada işim bitecek ve sonraki yaza kadar San Franciscodaki yatılı okula gidecektim. Lucy'e söz vermiştim onunla gideceğime. Babamı ikna etmem zor olmuştu. Gidebileceğim daha iyi okullar varmışmış. "Melez olma konusunda eskirim dersi veren bir okul daha iyi olmaz mıydı?" Bu soruyu her duyuşumda sinir krizi geçiriyordum. Ama zorda olsa sonunda ikna etmiştim. İkna etmemi sağlayan yalan eskirim kursuna borçluydum. Güya kampta bunu öğretiyorlardı. Elbette kılıç kullanmayı öğretiyorlardı. Ama eskirim ayrı bir şeydi. Etrafıma bakarken burayı aklıma kazıdım. Neyse ki hafta sonları burada olacaktım. Ama yinede kampın güzel ortamı ile aynı olmayacaktı okul. Burayı hafta içi boyunca özleyecektim.
Bir anda kopan gürültüyle yerimden sıçradım. Elim otomatikman kılıca dönüşen bileziğe gitti. Ses ahırdan geliyordu. İçeri girmek için tam kapıyı itiyordumki bir karaltı kapıyı kırdı ve ben yere düşerken şaha kalktı. Aceleyle yerden kalkarken simsiyah pegasustan biraz uzaklaştım. Birkaç adam onu tutmaya çalışıyordu. Ama pegasus o kadar inatçıydı ki pes etmiyor ve onlarıda arkasından sürüklüyordu. Ancak adamların beceriksizliği olacak ki dizginleri yerine pegasus'un boynundan, başından ve yelesinden tutmaya çalışıyorlardı. Sonunda at iyice çıldırdı ve onları üzerinden silkeledi. Kendisi gibi simsiyah olan gözlerini bana dikti. Sanırım onu engelleyeceğimi düşünüyordu. Harika. Bir an kendimi matador gibi hissettim. Pegasus, simsiyah kanatlarını çevresinde açtı, toynaklarından biri ile toprağı eşelediktenden sonra doğruca üstüme koştu. O sırada kenara çekilmeseydim sanırım o toynaklar beni ezmiş olacaktı. Bana ikinci kez saldırırken başka bir planım vardı. Ahırın içine girdim boş bir bölmenin önünde durdum. Elbette o sinirle ban hızla gelirken yana çekildim ve o bölmeye dalar dalmaz bölmenin kapısını kapadım ve kilitledim. Ama öyle çıldırmıştı ki kapı onu tutamıyordu. Bir gözüm ahırın diğer tarfındaki havuçlara ve kesme şekerlere kaydı. Bir havuç ve birkaç kesme şekeri aldım. Bir ara yerinde durduğu sırada dizgilerinden tutup çektim. Havucu ağzına yaklaştırdım. İlk başta tereddüt edip kokladı sonra kavucun yarısına eş gelen bir kısmını ısırdı ve sakince çiğnemeye başladı. O an gözlerinin kırmızı olduğunu farkettim. Galiba yanlış görmüştüm. Havucun geri kalanını ve kesme şekerleri yerken tereddüt etmemesi sanırım artık bana güvendiğinin işaretiydi. Burnunu okşarken at iyice sakinleşmişti. Bir an suratını çevirince gözlerinin kırmızıdan maviye döndüğünü gördüm. Bu da neydi? Pekela şaşırmamalıydım. Sonuçta o normal bile değildi. Hiç bir atın kanatları olmazdı. Sanırım göz renginin değişmesi ayrı bir meseleydi. Bir ara burnunu yanağıma sürttü ve sıcak nefesini yüzüme verdi. Sanırım beni sevmişti. SAnırım bir isme ihtiyacı vardı. En azından bana öyle gelmişti. Aklıma büyük iskenderin atı geldi. Adı Bucephalus'tı. İlk başta boğaya benzeyen davranışları yüzünden sanırım bu ismi hakediyordu. Ne düşündüğümü anlarcasına kişnedi. Sonrada toynağı ile kapıya vurdu. "Uslu dur Bucephalus!" Bir kez daha tatlılıkla kişnedi. Sonra elimde kalan şekerleri yedi.
(RP Out: Bu-Boğa anlamına Cephalas-kafa anlamına gelir. Kısacası Boğa kafalı gibi bir anlamı var.)