Lanet olası özel okullar… Bu söz beyninin içinde her zaman dönüp dolaşırdı. Gözlerini hiddetle etrafındaki züppelere kaydırdı. Hepsi onun için değersiz ve bu dünyada boşu boşuna yer kaplayan aptallardı. Tıpkı babası gibi. Onu düşünmeyi yıllar önce bırakmıştı. Can dostu Nikolaos’tan haber alamayınca da dünya başına yıkılmaya başlamıştı. Umutsuzlukla okulun etrafını saran tellerin arasından dışarıya baktı. Öğrenciler kaçamasın diye özellikle yükseltilmişti. Yeşile boyanmış olan eski teller zamanla paslanmaya ve çirkin kahve-kızıl bir tona bürünmeye başlamıştı. Sıkılarak boynundaki kıravatı gevşetti. Ders içinde olsaydı kesin öğretmenlerinden birinden azar işitir ve sonra sırıtmasına neden olan bir şey yapardı. Onu müdürün ofisine yollar ve uzaklaştırma cezası alarak eve yollanmasını sağlardı. Ama alışagelmiş bir harekete dönüşmüş olacak ki artık müdürün ofisine yollanmıyor sadece uyarı cezası aldıktan sonra yatakhaneye yollanıyordu. Batmaya başlayan güneşin parlaklığı genç adamın gözlerini kapamasına neden oldu bir an. Güneşin tatlı sıcaklığını bedeninde hissederken içinde olduğu huzurlu anın tadını çıkarıyordu. Kulakları birkaç popüler kızın gülüşmeleri ile çınladı. Beynine hançer saplanmış gibi anında gözlerini açtı ve yan gözle kokoş kız topluluğuna baktı. Koyu kahverengi gözleri kızları teker teker süzdükten sonra onları can kulağı ile dinledi.
“Geçen gün ölen çocuğu bence Cornelius öldürmüştür. Ne de olsa psikopat, acımasız ve ne kadar yakışıklı olursa olsun caninin teki.” Bir başka kız –adının Stephanie olduğunu tahmin ettiği-
“Elbette yapmıştır. Başka kim bu kadar nefretten gözü dönmüş halde ki?” Geçen hafta öldürülmüş olan çocuk sayesinde kendisini tanımayanlar tanımış ve diğerleri gibi onun sadist bir veletten başka bir şey olmadığını düşünmüşlerdi.
Hızla bahçeden ayrılarak yatakhaneye girdi. Umursamayarak aptal kravatı çözüp kıyafetlerinin bulunduğu dolaba fıtlattı. O yapmamıştı. Elbette akla ilk gelen kişi idi. Ama o yapmamıştı. Çok daha kurnaz be hain biri tarafından yapılmıştı. Sinirli –ve kesinlikle kendisinden çok daha olgun bir tonda olan- bir ses ürpermesine yol açtı.
“Ne oldu Castoriadis? Bir anda melankoliye mi bağladın?” Onu tanıyordu tanımasına ama bir kez bile konuşmamışlardı hiç. Ta ki küçük kardeşi öldürülene ve adı çıkana kadar. Keskin bir ses tonu ile yanıtladı.
“Elbette hayır, sen ve senin gibi diğer sefillerden nasıl kurtulurum diye düşünüyorum. Düşünceli olmakla melankoliye bağlamanın arasındaki farkı ayırt edemeyecek kadar kıt beyinli olduğunu bilmiyordum Kevin. Ama düşündümde bilmeni nereden bekledim ki? Sonuçta sen son dört yıldır sınıfını geçememiş bir aptalsın. Züppelerimn önde gidenleri neden bu kadar aptal olur ki?” Çocuğun mavi renkli gözlerinde kanatlanan öfke Cornelius’u güldürdü. Sözleri kendisini katil gibi gösteriyordu. Ama bir züppenin canına okumak için buna değerdi. Sinirli sesinin bir patlamayı andırırcasına olan bağırışı yarısı dolu olan yatakhanenin içinde yankılandı.
“Seni küçük katil, bana nasıl bu konuda kafa tutabilirsin? Züppe dediğin bizlerden ne farkın var ki? Her sene okul değiştirip rüşvetle bu okula kendini kabul ettiripte benim sınıfta kalışımı nasıl olurda ağzına alırsın?” Ona züppe mi demişti az önce? Ruhunu kasıp kavuran nefretin kendini göstermesine izin verdi. Elleri iri kıyım çocuğun iki yakasına yapıştı ve onu duvara sabitledi.
“Sakın bir daha kim olduğum konusunda bir yorumda bulunayım deme!” Sesi artık sadece keskin değil, ölümcüldü de. Çocuk sırıtarak yanıtladı.
“Yoksa beni de mi öldürürsün?” İnce bir vücudu vardı Cornelius’un ama göstermediği kadarda güçlü idi. Çocuğu sabitlediği duvardan yere savurdu. Yüzünü doğrudan yere çarpmış olacak ki burnu yamulmuş ve ortalık kana batmıştı. Onu revire götürürlerken Cornelius kendisine yönelmiş şaşkın ve yargılayıcı bakışları önemsemedi. Üstünü aceleyle değiştirdikten sonra montunu alarak bahçenin en ücra kısmına gitti. Kimsenin olmadığını görünce gözleri kamaştı. Yüksek tek örgülere şöyle bir baktıktan sona dikkatlice tırmanmaya başladı. Telin öbür tarfına geçtiğinde içini bir rahatlama bürüdü. Ama erken davranmış olacak ki ayağını teldeki çıkıntıya denk getirememesi üzerine çalıların üzerine yuvarlandı. Canının yanmamış ve sakatlanmamış olduğunu görünce rahatladı. Sonra kalkıp üstünü silkeledi ve cadde boyunca hızlı adımlarla ilerledi. Geçmekte olan boş bir taksiye bindi ve gideceği yeri adama söyledi. Elini montunun cebine daldırdı ve cüzdanını bulunca derin bir oh çekti rahatlayarak. Başını arabanın camına dayadı ve acı hatıraların boğazını yakmasına izin verdi. Taksi şöförünün dikiz aynasından kendisine yansıyan bakışlarını umursamadan gözleri kapadı ve beynine hücum eden her düşünceden kendini soyutladı.
Araba durunca gözlerini açtı. Taksi şöförüne parasının biraz daha fazlasını verdikten sonra arabadan indi. Zenginler –ya da bir başka değişle züppeler- sokağının süslü ışıltısı içinde sokağın sonunda duran evin ağır kapılarına baktı. Zeki bakan kahverengi gözleri kapı kilitdine odaklandı. Aceleyle ceplerini karıştırdı tekrar. Eski ve küçülmüş bir tahta kalem geldi eline. Büyük kapı kilidine sokup kilidi biraz kurcaladıktan sonra demir kapıyı açtı. Büyük ön bahçedeki her adımı biliyordu. Üçüncü adım, kısa ve şekilli kesimli ağaçların başladığı yer. On beşinci adım, hafiften oynayan tuğla zeminin kusursuzluğunu bazan kırık tuğla. Yirmi altıncı adım, küçükken kahyanın kedisini yakalamayı en sonunda başardığı yer. Otuz dördüncü adım, ağaçların bitişi. Kırk ikinci adım, kapıya bir adım kala. Cam kapının kenarından baktı usulca. Kapının arkasında anahtar olmadığını görünce rahatladı. Bu kapı açık ve şifresinin kurulmadığının bir işareti idi. Kapı kolunu indirdi yavaşça. Ahşap zeminde ayakkabılarının çıkardığı gürültünün elbette babasının kulağına gittiğini biliyordu. Babasının çalışma odasına çıkan merdivenlere koştu hemen. Alaycı ses tonunu nefesinin üzerinde uçsun diye ayarladı.
“Biliyorum, biliyorum. Burada olmamam gerekirdi değil mi? Şimdi kesin okuldan atılırım.” Ses gelmeyince kaşlarını çattı. Çalışma odasının kapısını açtı. Seslendi. Bu sefer daha yumuşak bir sesle.
“Baba?” Gözlerinin önündeki manzara kalbinin çarpmasına ve nefesinin kesilmesini sağlamıştı. Yerde kanlar içinde yatan ceset on altı yıldır baba dediği adamdı. Gözlerinin feri gitmiş yeşil gözler ona acıyla ve bir şok ifadesi ile bakıyordu. Ritmik ve sert adım sesleri içeride yankılandı. Aceleyle dolaba saklandı. Yoksa suçu üzerine atmak için katil geri mi dönmüştü? Dolabın kapağını hafifçe aralık bıraktı. İçeriye giren siyah bir silueti gördü gözleri. Kim olduğunu göremiyordu. Ama içeriye girişinin ardından gelen rus aksanlı ses içinin rahatlamsına neden oldu.
“Efendi Nevil?” Siyah karaltı gözden kaybolunca dolaptan çıktı. Sonra sesini gayet iyi bir şekilde tanıdığı Orlov’a seslendi.
“Orlov! Çalışma odasına gel! Yardıma ihtiyacım var.”***
“Cenazenin üzerinden bir hafta geçti Efendi Cornelius.” Kahverengi, karanlık bakışları Orlov’a takıldı.
“Yani? Bana git, artık okula o aptalların yanına dön mü diyorsun?” Orlov elini cebine attı ve bir kaval çıkardı. Cornelius yaşlı adamı izledi. Yıllardır aileye hizmet eden Orlov onun en iyi ikinci dostu olmuştu bu hayatta. Adam yumuşak bir ezgi çaldı elindeki kavalla. Göz kapakları yavaş yavaş ağırlaşırken son düşünceleri
“Artık yalnızım.” Olmuştu. Rüyasında yarı keçi yarı insan olan yaratıklar etrafında hoplarken neler olacağını ve kendini evinde değilde çok daha yabancı olduğu bir yere gideceğini bilmiyordu.