Benim adım Jabberwocky Beamish. Evet annem Lewis Carroll hayranıdır. 11 yıl önce doğduğum zaman bana onun en üzlü şiirinin ismini verip hayatımı karartmasının nedeni de bu hayranlık. Neyse annem zengin bir iş adamı olan üvey babamla evlendiğinde 3 yaşındaydım. Üvey babam ikimize karşı her zaman çok iyi ve duyarlıydı. Olabilecek en iyi üvey babaydı. büyük bir yalıda aklınıza gelebilecek her türlü imkanın içinde yaşıyorum. Hayatta istediğim herşeye... şey birçok şeye sahibim. Ne yazık ki mutluluk bunlardan birisi değil. Yanlış anlamayın. Ben zengin bir züppe değilim. Babamın, üvey babam onu gerçek babamdan daha çok sevmemin nedeni gerçek babamın aksine bizi terkedip gitmek yerine bize sahip çıktığı için, yaptıklarına müteşekkirim. Paranın alabileceği herşeye sahip olduğum için de kendimi çok şanslı hissediyorum. Ancak hiçbir zaman sahip olduklarım listesinde olmayacak birşeyi istiyorum ben. Mutluluk... İki yaşımdan beri isole edilmiş bir hayatım oldu. Okula gitmedim. Eve binbir türlü öğretmenler geldi. Hiçbiride benim okumamdaki sorunu çözemediler. Doğuştan defoluyum ben. Evet disleksi adında bir hastalığım var. Aslında sadece o olsa yine iyi psikiyatrım kişilik bozukluğu ve hiperaktivite tanısı da koydu. Eh insanlar doğuştan gelen özelliklerim için beni suçlayamazlardı.
En yakın arkadaşım, aslına bakarsanız tek bir arkadaşım var, emektar sakat uşağımız Mark. Sakat olmasına ramen çok zzeki ve kullanışlı bir kahya olduğundan babam onu işe aldı. Benimle sürekli dikkatimi geliştirecek oyunlar oynuyor. Herkesin bir takıntısı vardır ya. Hah işte Mark'ın takıntısı da Yunan mitolojisi idi. Yatmadan önce bana anlattığı tüm hikayeler Yunan mitolojisindendir. Hiçbir kitapda yazmayan detayları o bilir. Onun sayesinde ben de biliyorum.
Şuanda ailemle oturmuş öğle yemeği yiyoruz. Yarım saat içinde yeni İngilizce öğretmenim gelecek. Son dört tanesi bana karşı pek sabırlı olamamıştı. Oysa benim tek sorunum yazı yazmaktaydı. "b" ve "d", "p" ve "q" harflerini hep karıştırıyorum ki sormayın. Okurken de bayağı güçlük çekiyorum aslında. Yemeği bitiridiğim için ödül olarak tatlımı getiren Mark tabağı önüme koyduğunda yüzünde muzip bir gülümseme vardı. Anladım ki yine bana kıyak geçmişti. O sırada içeri giren hizmetçilerden birisi konuştu. "Efendim Matmazel Lituania geldiler konuk odasında sizi bekliyor." Babam dizlerindeki medil ile ağzını kibarca sildikten sonra masadan ağır bir biçimde kalkıp, konuk odasına doğru yürüdü. Ben de onu takip ettim. Komik isimli matmazeli görmek için meraktan tutuşuyordum. Bu kadın bana ingilizce dersi verecekti ancak kendisi Amerikan bile değildi.
Konuk odasına adım atmamla gülme krizine girmem bir oldu. İçeride iki metreye yakın boyuna ramen giydiği uzun topuklu ayakkabılarıyla ağır ağır süzülen, diz altı eteği her iki yandanda eşit olarak kıvrılmış, giydiği beyaz gömleğin üzerine lacivert bir ceket giymiş, elli-ellibeş yaşlarında gri saçlarını topuz yapmış, erkek suratlı (gerçekten erkek suratlı babamdan daha fazla sakalı var gerçek anlamda) bir kadın zorla gülümsüyordu. Daha sonra yapmacık bir falsettoyla konuştuğu zaman erkek olduğuna dair tek bir şüphem dahi kalmamıştı. "Ben Matmazel Lituania ingilizce öğretmeniyim telefonda konuşmuştuk." Baya baya erkekti bu. Anlaşılan babam benim gibi düşünmüyordu. Gayet saygılı bir sesle on beş dakika onunla sohbet ettikten sonra el sıkıştıklarında da ellerinin kendisininkilerden büyük ve kıllı olduğunu farketmemiş olmalıydı ki. Beni bu izbandut, erkek bozması matmazel ile çalışma odasında yanlız bıraktı. Adamın, sözde kadının, konuşması o kadar rahatsız ediciydi ki derse bir türlü odaklanamıyordum. Yarım saat sonunda gülmemek için kendimi tutarak konuştum. "Biraz mola verebilir miyiz 'MATMAZEL' Lituania? Çok yoruldum da." Yüzünde iğrenç bir ifade ile konuşmak için ağzını açtığında falsettosyla konuşmayı unutup kalın bir erkek sesi ile cevap verdi. "Tabiki veririz seni şımarık bücür melez." Herşeyin ötesinde bir sakallı hanfendinin(!) bana melez demesi çok ağırıma gitmişti. Her zaman yaptığım gibi ayarı verip susturacaktım ki kıllı elinin tersiyle omzumdan ittirmesi sonucu sandalyemden fırlayarak kitaplığa çarpmak suretiyle yeri boyladım. Kafamı kaldırıp ne olduğunu anlamak için ona doğru baktığımda üzerime doğru gelen bir sandalye ile yüz yüze geldim. Hızla kendimi sağa atarak kurtuldum, en azından sandalyeden,. Çünkü sandalyenin çarptığı kitaplıktaki kitapların üzerime devrilmesi konusunda aynı beceriye sahip olamamıştım. Bayılmadan önce hatırladığım şey. Mark kahverengi bir ata binmiş(!) sakallı matmazelin üzerine doğru hücum ediyordu. Kafamı vurmanın etkisiyle hayal gördüğümü düşünüp gözlerimi kapattım...
...Gözlerimi açtığımda. Göl kenarındaki villamıza ya da dağ evine tatile giderken kullandığımız jipde annemin kucağında uzanıyordum. Arabayı Mark kullanıyordu. Bu resimde yanlış olan şey... Mark sakattı! Bütün vücudum ağrıyordu. İlk önce hastaneye gidiyoruz zanettiğim için konuşmadım. Yarım saat sonra farkettimki hastaneye gitmek için bu kadar yol gitmemiz akıllıca değildi. Hele ki ülkenin en iyi hastanelerinden birisine 15 dakika mesafede yaşarken. Güçlükle kafamı kaldırıp, doğruldum ve hızla konuştum. "Nereye gidiyoruz?" Annem ile Mark'ın arabanın dikiz aynasından bir saniyelik kaçamak bir bakış ile birbirleri ile işaretleştiklerine yemin edebilirdim. Sessizliği bozan annem oldu. "Bak sen doğmadan baban bizi terk etti çünkü.." Bahsi geçen şahsın biyolojik 'babam' olduğunu anlamıştım. Bu tatsız konunun sorduğum soruyla ne alakası olduğunu anlayamamıştım annem devam etti. "Çünkü o bir tanrı. Evet o bir yunan tanrısı Olimpos'da yaşıyor. Sen de yarı tanrısın bir çeşit melez şimdi de melez kampına gidiyoruz." Annemin böyle şeyleri söylemedeki beceriksizliği yüzünden şaka yapmadığını anlamıştım. Kafayı yemiş olma ihtimali de yoktu. Ayrıca Mark'ın anlattığı onca yunan mitolojisi hikayesini dinledikten sonra o kadar da saçma gelmiyordu. Biliyordum. Ben sıradan bir yaşama ait değildim. Bu yüzden mutlu olamamıştım hayatım boyunca.
Araba durduğunda otobanın ortasında biryerdeydik. Sağımızda uçurum solumuzda ise orman vardı. Mark tekerlekli sandalyesiyle ormanda ilerliyor. Annem ise benim elimi tutmuş onu takip ediyordu. On dakika sonra bir ağacın ve yunanca Melez kampı yazılmış bir kapnının önündeydik. Yunancayı nasıl okuduğumu sormayın ben de bilmiyorum. "Buradan sonrasına ben gelemem siz gitmek zorundasınız. Buradan sonrası sadece melezler için en kısa zamanda yeniden görüşeceğiz Jab. Mark sana herşeyi açıklayacak söz." dedi annem. Daha sonra hızla koşarak gözden kayboldu. Gözyaşlarını saklamak için bunu yaptığından emindim. Mark'ın elini tutup, onunla birlikte kapıdan içeri girdim.