Yine sıkıcı bir güne açtım gözlerimi. Her zaman ki gibi bu sabahta ölmüş olmayı dileyerek uyandım. Hayatım, deneyimlerim, ilişkilerim… Her şey çok kötü gidiyordu. Sanki bir şeyler benim mutlu olmamı istemiyor gibiydi. Eğer “Kader” denilen şey gerçekten varsa ve önceden yazılmışsa ben bu kaderi yaşamak istemiyordum. Kısadan kesip ölmek istiyordum. Bu acınası hayatıma veda edip özgürlüğe, umursamazlığa doğru uçmak, bir şeyler hissetmeyi bırakmak istiyordum. Tabii ki her şeyin bir zamanı vardı. Evet, her ne kadar bu lanet olası hayattan nefret etsem de her şeyin bir zamanı vardı. Ölüp gitmenin bile… Kimseye çaktırmadan, kimseyi üzmeden, sessizce çekip gitmeliydim bu hayattan. Aynı montunu alıp evden kaçan bir çocuk gibi, gözlerimi gizlice ve kimseye göstermeden yummalıydım bir daha uyanmamaya.
O, her yatışımda sırtıma batan yataktan kalktım. Ha bir mezar ha bu yatak, ne fark ederdi ki? Nasıl olsa orada bir şey hissetmeyecektim. Vücudumda dolaşacak böcekleri, bedenimi rahatsız edecek toprağı. Hiçbir şeyi hissetmeyecektim. Öylece uzanacaktı bedenim ve ben de bir şey hissetmeden uyuyacaktım. “Ölüm” isteğimi bastırarak dolabıma yöneldim. Her zaman giydiğim gri, aslında önceden siyah olan solmuş gömleğimi üzerime geçirdim. Düğmelerini açıp kapamıyordum bile. Bir t-shirt gibi hemen geçiriverdim üzerime. Ardından dizlerinin üzerinde yırtıklar olan pantolonumu giydim. Kapıya yöneldim ve yanında duran çantayı sapından tuttuğum gibi tek omzuma atarak evi terk ettim. Sürekli içimde bir istek vardı, bir özlem. Ölümü özlüyordum sanki bu çok garip bir duyguydu. Bir insan, bir canlı hiç ölümü özler miydi? Her an kendimi yolun ortasına atmak ve tüm kemiklerimin bir araba çarpması ile kırılmasını istiyordum. Bu cezp edici duyguyu bir kenara atmaya uğraşarak okula gittim. Gayet dandik bir okula gidiyordum, ne kadar belalı tip varsa hepsi bu okuldaydı. Gerçi ben de o “belalı” tiplerden değil miydim? Üzerimdekilere ve hissettiklerime bakarsam evet, ben de onlardan biriydim. İçimde göklere yükselme, uçarak zirveye ulaşmakla ilgili bir istek uyandı bir anda. Bir anı gelmişti aklıma, daha doğru önceden yaşamadığım bir anıydı bu. Sanki dejavu gibiydi. Tam burada göklere yükseldiğimi görmüştüm anıda. Ah, yine beynim saçmalamaya başlamıştı. Abuk sabuk isteklerini bana belli ediyordu. Okula girmeli ve O’nu, sevdiğim kızı görmeliydim. Her ne kadar o bilmese de ben onu seviyordum ve şu son günümde bunu ona söylemeliydim.
Kasvetli okul binasından içeri adımımı atınca yine o kötü koku etrafımı sardı. O hiç bitmemiş, yarım bırakılmış duvarın iğrenç boya kokusu. İnsanların ter, endişe ve korkuları burayı resmen çevrelemişti. Dökük sıvalı duvarların arasında yürüyerek sınıfımı buldum. Buraya pek uğramıyordum bu yüzden bulurken zorlanmıştım. Sınıftan içeri adımımı attığımda çeşitli gruplar gördüm. Bir grup çocuk köşeye sıkıştırdıkları cılız çocuğu acımasızca dövüyordu. Diğer bir köşede ise başka bir grup vardı. Bu gruptaki tipler kucaklarına aldıkları sevgilileri(!) ile oynaşıyorlardı. Lacy’nin orada bulunmayacağını biliyordum. O böyle bir tip değildi. Sınıfın içinde biraz daha derinlere ilerleyince Lacy’i gördüm. Sırasında oturmuş dışarıyı izliyordu. Yavaşça ona doğru yaklaştım. Yanına varınca o boğuk sesimi umutlu bir hale getirmek için uğraştım, arından da onunla konuşmaya başladım. Daha doğrusu konuşmayı denedim.
“Merhaba Lacy” Kız, umursamaz bir tavırla dışarı bakmaya devam etti. Sanki beni umursamıyor gibiydi. Nedense bu işe çok kızmıştım. Ben, onun için ölümümü geciktiriyordum ve o ise bana hiçbir tepki vermiyordu. Kolumla hızlı fakat narin bir şekilde kızın kolunu tuttum ve canını acıtmayacak bir şekilde onu kendime doğru çektim. Göz göze gelmiş bir durumdaydık, öyle bir durumdu ki bu bırak vücudunu, gözlerini bile kaçıramazdı. O’na, umut dolu bir şekilde baktım ve o an yapmayı planlamadığım şeylerden birini yaptım. Bir anda Lacy’nin dudaklarına yapıştım! Bunu neden yaptığımı bilmiyordum belki de o mesafeden kırmızı dudaklarına karşı koyamamıştım belki de ondan sonsuza dek uzaklaşmadan önce unutmamak için yapmıştım bunu. Hiçbir bilgim yoktu, şu anda sadece öpüşüyorduk. Geri çekildiğimde şaşkınlık ile bana bakıyordu. Bakışlarımı hızlı ve sertçe devirdikten sonra arkamı döndüm ve sınıfı terk etmek için yürümeye başladım. Kapıya doğru ilerlerken, teminki çocuğu döven gruptan bir serseri bana doğru yaklaşmaya başladı. Adımları hızlı ve sertti. Bana kızmış olduğu belliydi. Çocuğun dibime gelmesi ve yumruk atması bir olmuştu. Daha önce hiçbir dövüş kursu almamıştım. Nedenini bilmediğim bir şekilde kaslıydım, normalden daha fazla kaslıydım. Daha önce dövüşmemiş olmama rağmen çocuğun hızlı yumruğunu karşı bir yumruk ile durdurdum. Ardından ayağımı ayağına dolayıp yumruğunu durdurduğum kolumun dirseği ile suratına tüm gücümle vurdum. Neye uğradığını şaşıran çocuk, yüzü kanlı bir şekilde yere düşmek üzereydi. Ayağına doladığım ayağım ile çocuğun düşmesini engelledim ve hayatımda yapmadığım bir hareket yaptım. Çocuğu bacağından yakaladım ve omzuma attım. Ardında kaldırdım ve bir kaya atarmış gibi gerilerek çocuğu ileri doğru fırlattım. Çocuk aynı bir kaya gibi dönerek havada ilerledi ve 5. Katta bulunan sınıfımızın camını kırarak aşağıya uçtu. Böyle olmasını istememiştim, o çocuğu fırlatmak istememiştim fakat içimden onun arkasından bakmak bile gelmiyordu. Yere düşen ceketimi aldığım gibi sırtıma attım ve kapıdan çıktım. Korku dolu bakışları dikkate almamıştım.
Okulun çıkış kapısına geldiğimde yerde, o çocuğun bedenini gördüm. Her yerine camlar saplanmıştı ve tanınmaz hale gelmişti. Ona acıyarak baktıktan sonra eve doğru yola koyuldum. Eve vardığımda yalnızlığım yeniden kendini bana hatırlattı. Hayatımda kimse yoktu, ne bir annem ne de bir babam. Hiçbir akrabam yoktu, içimdeki boşluk tekrardan kabardı. Sanki buraya yollanmış gibiydim. Sanki buraya ait değilmişim de gelmek zorundaymışım gibi. Geçmişi hatırlamıyordum, tek hatırladığım bir yetimhanenin kapısından çıkışımdı. Gerçi şu anda hayatımı sorgulamama gerek yoktu. Nasıl olsa birazdan hayatıma veda edecektim. Hızlı adımlar ile bir odası bile bulunmayan evimin banyosuna ilerledim. Lavabonun arkasına sakladığım silahımı aldım. Bu silah bir altılıktı, klasik bir Rus ruleti tabancası. Silaha iki uçtan baskı uyguladım ve şarjörünü açtım. Beklediğim gibi içinde 1 adet mermi vardı. Nereden bildiğimi bilmiyordum fakat bunu biliyor gibiydim. Silahın soğuk kabzasını kavradım ve yavaşça kafama doğru yaklaştırdım. Metalin soğukluğunu kafamda hissettiğimde o muhteşem(!) hayatım gözlerimin önüne geldi. Normalde böyle bir anın insanı ölmekten vazgeçirmesi gerekirdi fakat benimki tam tersine beni ölüme teşvik etti. Hayatım boş ve anlamsızdı, ölüm beni bu boşluktan kurtarabilirdi. Tek sığınağım oydu, geri dönüşü olmayan sığınağım… Tetiği iyice kavradım ve yavaşça yutkunarak tetiği çektim.
Ölümü ziyarete gelmiştim ve büyük ihtimal ile de geri dönmeyecektim. Ya da be öyle sanıyordum. Göz kapaklarımın varlığına hala hissedebiliyordum. O heyecandan ritimsizleşmiş kalp atışlarımı ve korkudan dökmüş olduğum terleri. Her şeyi hissedebiliyordum. O varlığından nefret ettiğim gözlerimi açtım. İmkânsız bir yerdeydim, burası cennet olmalıydı. Yanımda da bir adam duruyordu. Ben ölümün sessiz ve yalnızlık olacağını düşünüyordum. Böyle bir cenneti ne bekliyordum ne de istiyordum. İsyankâr bir ses tonu ile yanımdaki adama döndüm.
“Beni yalnız ve sessizlik içinde bırakın. Ölümümü böyle geçirmek istiyorum! Adam, bana acıyan bakışlar ile baktı ve ardından bakışlarını donuklaştırdı.
“Oğlum, sen ölmedin ki rahat bırakayım seni.” Oğlum mu ne diyordu bu adam? Beni kurtarmış mıydı yoksa? Yok, hayır. Bu kadar hızlı kurtarılmış olamazdım. Sorgulayan ve sert bir ses tonu ile adama bağırdım.
“Sen nesin be! Ben ölecektim, huzura kavuşacaktım, niye bana engel oldun?”
“Sana her şeyi hatırlatacağım oğlum fakat öncelikle beni hatırlamalısın. Ben Zeus, senin yüzyıllık babanım!”
[RPOUT: Biraz uzun oldu fakat kendime engel olamadım. Bulduğum kurgu çok hoşuma gitti de.]
[RPOUT2: Paragraf başları Word'den kopya olduğu için düzeltilemiyor garip bir şekilde.]