Yine aptal bir sabaha uyandım. Yine aptal bir okula gidecektim. Yine aptal insanlarla uğraşacaktım. Aptal hayatımdada hiç akıllı insan yoktu evet. Arkadaşım Lockwood hariç. Kendisi biraz gariptir ama onu seviyorum. İlginç bir kişiliği var. Bikere bir hippi gibi giyinir, kafasından asla o garip örgü şapkasını çıkarmaz. Boynundaysa gazoz kapaklarından uzun bir kolye var. Zaten benimle takılabilecek tek tip o okulumda. Bir de annem var tabii. Hae-won Hwang. Kendisi Kore’lidir. Benimde gözlerimin çekik olması tamamen onun suçu. Zaten okuldaki sorunlarım yüzünden dışlanıyorum birde beni Çekik Göz diye çağırıyorlar… Dünyada benden mutlu insan yoktur herhalde. DEHB, disleksi hastasıyım. Bunlara ek olarak diskalkulim var ve gözlerim çekik. Kendimi aşağılamamam gerek belki ama elimde değil. Tamam, bunları geçelim… Annem odama girdiğimde uyuyor numarası yaptım. Genelde sabahları beni uyandırmaya gelir ve bu numarayı yaparım. Beni uyandırması hoşuma gidiyor.
“Aly? Hayatım. Hadi kalk.”
“Hı? Tamam.”
Odamdan çıkmasını bekledim ve yatağımda yavaşça doğruldum. Kafam sallanıyordu. Ayağımın altında pembiş halımın yumuşaklığını hissedebiliyordum. Sarsak adımlarla dolabıma yürüdüm. Ne kadar dağınıktı böyle?! İçini balıklama atlarcasına eşmeye başladım. Sonunda buz mavisi bir dar kot pantolon, Mor uzun kollu bir tişört ve gri bir ceket çıkarmayı başardım. Giyindikten sonra banyoya gittim. Saçlarımı tarayıp elimi yüzümü yıkadım. Hazırdım işte. Kahvaltıda annemle pek konuşmadık. Ben konuşmayı sevmezdim, annemde gürültüyü zaten. Hızla çayımı içtim, çantamı da alıp dışarıya çıktım. Lockwood beni apartmanın önünde bekliyordu. Onu gördüğüme sevinmiştim çünkü okula gidince onu aramam zor oluyor.
“Naber Woody? ”
Kafasını sallamakla yetindi aceleyle. Etrafa kuşkuyla bakındı.
“Hadi acele edelim okula geç kalmak istemeyiz değil mi?”
“Ah, evet ne demezsin. Sabah sabah gitmek istediğim son yere hemen gitmem gerekiyor.”
Okul evime yakın sayılırdı. Lockwood’un da acelesiyle kısa sürede okula vardık. Dolabımın yanına gittim ve ders programımı gözden geçirdim. Ben dersleri pek umursamam. İlk ders matematikti. Diskalkuli problemimle disleksim bir olunca çekilmez oluyor zaten. Bu yüzden girmedim. Tam arkamı dönünce Woody’nin orada olmadığını farkettim. Genelde yanımdan çoğu zaman böyle kayboluyordu. Omuzlarımı kısıp spor salonuna gittim. Sıkıldığımda genelde spor salonuna gidiyorum. Okulumuz spor etkinlikleri bakımından gerçekten boş biryer olduğu için buraya benden başka uğrayan pek kimse olmuyordu. Tribünlere çıkıp çantamı bir yastık gibi kafamın altına koydum ve biraz uzandım. Tam huzura eriyorum derken kulakları sağır edici bir gürültü koptu. Kafamı kaldırıp baktığımda spor salonunun duvarının boydan boya yıkıldığını gördüm. Daha öncede garip şeyler görmüştüm. Mesela Woody’nin arada konserve kutularını yediğini sandığım gibi. Bacaklarının aşırı kıllı olduğunu gördüğüm gibi… Bu bir ilkti işte. Ben deli gibi etrafıma bakınırken Woody’nin sesini duydum. Spor salonunun kapısından bana el sallıyordu.
“Hadi Aleda! Çabuk ol! Koş koş kooş!”
Olanlara anlam vermeye çalışırken aceleyle çantamı alıp koşmaya başladım. Arkamdan çok güçlü gürleme sesleri duyuyordum. Okulun koridorlarında koşarken herkes bize bakıyordu. Neden bize bakıyorlardı ki? Arkamdan gelen ve bir türlü bakmaya cesaret edemediğim şeye bakmalıydılar! Koşarken ağzımdan saçılan küfürlerle okulun önünde bekleyen annemin arabasına daldık. Annem gerçekten korkmuş bir ifadeyle direksiyonda oturuyordu. Gürleme sesleri yavaşlamıştı ama hala duyuluyordu. Bunu hissedebiliyordum hatta… Annem kekeler gibi konuştu.
“O-onu b-bu-buldular mı?”
Birden Woody baktığı camdan anneme dönerek,
“Bunlara zaman yok Bayan Hwang! Gaza basın! Gidilecek yeri biliyorsunuz!”
Neden herkes benim anlamadığım bir dilden konuşuyordu? Ciddiyim neden bahsettikleri konusunda hiçbir fikrim yoktu. Peki ya arkamıza takılan şey? Onu bilmek bile istemiyordum. Woody birden koltuğa yaslanıp dua etmeye başladı. Bense şok olmuş bir biçimde gözlerimi tek bir yere sabitlemiştim. Annem okadar hızlı sürüyordu ki. Muhtemelen bir polis görse hiç yargılanmadan direkt hapse atılırdı. Woody dua etmeyi bıraktığında o garip gürleme sesi kesildi.
“Bize oraya gidecek kadar zaman kazandırdım ama tam zamanında orada olamazsak gerçekten kötü olabilir.”
Annem hızını kesmemişti ama hala çok donuk konuşuyordu. Gözlerini hiç yoldan ayırmıyordu.
“Aleda?”
Gözlerimi sabitlediğim yerden çekip anneme çevirdim.
“Hı?”
“Bak kızım. Biliyorum uzun bir açıklama istiyorsun ama inan bu çok zor. O yüzden sana en kısa yoldan öz bir şekilde anlatmaya çalışacağım.”
Gözlerimi kırpıştırdım ve onu daha dikkatle dinlemeye çalıştım. Annem gerçekçi bir insandır. Her sözü gerçeklik taşır ve bu yüzden vereceği o saçma cevap için bile böyle kulak kesilmem gerekiyordu. Sonra o konuşmasındaki donukluk tamamen yokoldu ve sadece üç cümleyi bir-iki saniyede falan söyledi sanırım.
“Senin baban Hermes!”
Sonra hayatımda kullandığım en aptalca o harfler çıktı ağzımdan.
“Hönk?”
Babam yoktu evet. Annemin ben çok küçükken anlattığı birşeye göre onlar evlenemeden babam bir trafik kazasında ölmüştü. Ama Hermes’te ne oluyordu ki ?!
Annemin ardından Woody araya girdi.
“Bak Aly, sen bir melezsin.”
“Evet melezim.”
“Nasıl yani bunu biliyor muydun?”
“Benim annem Kore’li, babamsa Amerikalı Lockwood.”
Woody gözlerini devirdi ve derin bir nefes aldı.
“Hayır, yani öyle değil Aly. Baban… Bir tanrı. Hani mitolojideki tanrılar varya. Biliyorsun. Hades, Zeus ve Poseidon. Üç büyükler. Bunun yanı sıra diğer tanrılar. Apollon, Artemis, Hermes, Athena, Dionisos, Ares, Afrodit, Hephaistos ve Hera. İşte sende Hermes’in kızısın. Yolcuların, habercilerin ve hırsızların tanrısı. Hani disleksi ve DEHB hastalığın varya. İşte bunlar bütün melezlerde var. Daha da önemlisi senin gibi birçok melez var! Yarı-tanrılar… Demigodlar… Anlatabiliyor muyum? Şuan Melez Kampı’na gidiyoruz. Orası senin gibilerle dolu ve çok güvenli bir yer. Orada savaş eğitimi göreceksin ve sıradan biri olmayacaksın. Peşimize takılan bir minotordu.”
Annem gülümsedi.
“İlkine göre bayağı dişli bir rakip ha?”
Woody de kafasını salladı.
“Daha da önemlisi Aleda… Bu daha hiçbirşey değil.” Ne kadarda güzel moral veriyordu böyle. Zaten herşey birden bire olmuştu…
“Bense bir satirim,” dedi göğsünü kabartarak. Satir… Evet, okuduğum mitoloji kitaplarını hatırlamaya başladım yavaş yavaş. İşte o anda çaktım!
“Ne yani yarı keçi misin oğlum sen?” O anda Woody’nin tipini görmeliydiniz. Kahkahalarla gülmeye başladım. Daha sonra Kamp’a gidene kadar annem babamla nasıl tanıştıklarını anlattı. Annem zamanında part-time bir kitapçıda çalışırken dükkândan içeri annemin hayatında gördüğü en yakışıklı adam girmiş. Yani o öyle diyordu. Sonra anlayın işte. Zamanla bu ilişki gelişmiş, gelişmiş. Ve ta-daa! Ben dünyaya gelmişim. Asıl garip olan annemin Kore’li olup ta benim çekik gözlü olmam. Yani genelde çekik gözlü olursam babamın Kore’li olması gerekir. Sanırım bu pek etki etmemiş benim üzerimde. Herneyse, ben doğduktan sonra babam anneme herşeyi anlatmış ve annemi öylece bırakıp gitmiş. Ben belli bir yaşıma gelince de bana Woody eşlik etmeye başlamış. Benim koruyucum muymuş neymiş işte. Hatırlıyorumda şuan ortaokulu bitirmek üzereyim. Yani okuldan bir saat kadar önce kaçmasaydım bitirecektim. Bizde Woody’yle 1. sınıftan beri arkadaşız. Anlamıştım herşeyi. Araba birden durdu. Kuş uçmaz kervan geçmez bir tarlaya gelmiştik. Arabadan aceleyle indik. Karşımızda bir çiftlik evine aitmiş gibi görünen çitler vardı. Çitlerin üzerinden geçip ağaçlıpa daldık. Az biraz yürüdükten sonra bir şey gördüm. Kapıya benzer kocaman bir şey. Kapının iki yanında uzun meşaleler yanıyordu. Üstündede Melez Kampı yazıyordu.
“Geldik değil mi?” dedim.
Sonra Woody kolumdan tutup beni kapıya doğru sürükledi.
“Hadi! Canavarlar tarafından yenmek mi istiyorsun?”
Kolumu ondan kurtarıp anneme döndüm.
“Sen gelmiyor musun anne?”
“Ben gelemem canım… Sakın korkma ama ben iyi olacağım. Sen git. Önemli olan senin güvenliğin, beni merak etme. En kısa zamanda görüşeceğiz.” Dedi. Yanıma gelip alnıma bir öpücük kondurdu ve ağaçların ardında kayboldu.
Arkasından sadece el sallayabildim. Sonra arkamı döndüm.
“Güle güle anne.”