"Seni seviyorum Ad..." olmuştu son cümle onun ağzından duyduğum. Tabii o zamanlar hiçbir fikrim yoktu başıma geleceklerden, hayatın karşıma çıkaracağı sürprizlerden, beni bekleyen zorluklardan... O son bakışını hala silip atabilmiş değilim hafızamdan. Hele o deniz mavisi gözleri... Seyrederken dalıp gitmeyi istem dışı olarak bir alışkanlık haline getirdiğim o eşsiz gülümsemesi... Kim bilir, bir daha görebilecek miydim acaba onu? Sigaramın dumanı görüş alanımı buğulandırırken, gözlerimden akan bir damla gözyaşını parmağımla silip; dua ettim tanrılara, acımasızca esen rüzgarın ulaştırması için sözlerimi ona... "Ah, Stell... Seni o kadar çok özlüyorum ki..."
~
Eylül 2007
Onu son kez görmüştüm Eylül ayının sekizinci gününde. Çift katlı evlerinin verandasından el sallıyordu bana gülümseyerek... Ben ise, onu bir daha göremeyeceğimden bihaber bir şekilde, hızlı adımlarla uzaklaşıyordum ondan. Hızla yağan yağmur saçlarımı ıslatmıştı, alnıma yapışan saçlarımı elimle karıştırıp bahçelerinden çıktım. Birçok kişi sevmezdi delicesine yağan yağmuru, oysa benim için eşsiz bir nimetti bu. Evim zaten fazla uzakta değildi, oraya kadar yürüyerek gidebilirdim. Bu kararımın hayatıma bu denli etki edeceğini, geleceğimi mahvedeceğini ve Stell'i bir daha asla göremeyecek olmama sebep olacağını nereden bilebilirdim ki?
San Francisco... Kendimi bildim bileli bu şehir benim yuvam olmuştu. Evet, birçok Amerikan batı yakasının asla doğuyla karşılaştırılamayacağını düşünüyordu, ama benim için bu geçerli değildi. San Francisco şehrinin her şeyine bayılıyordum. Golden Gate köprüsündeki şehir manzarası... Sahilde oturup batmakta olan Güneş'i seyrederken ortaya çıkan olağanüstü görüntü... Bu söylediğim için belki de tek istisna şu an yanından geçmekte olduğum limandı. Aslında buradan geçmekten hep çekinirdim, evsiz ve kimsesiz insanların takıldığı bir yerdi burası. Kokusu bile midemi bulandırmaya yetiyordu açıkçası. Bazen de sanki ben oradan geçerken birkaç meraklı gözün beni takip ettiği hissine kapılırdım. Belki de yersiz bir histi bu, ama o aç bakışlar gözlerimle buluştuğunda tedirgin oluyordum nedense. Hiçbir şeyden korkmadığımı iddia edemezdim, her insan gibi hayatta birçok korkum vardı. Korkmamanın değil, korkularının zamanla üstesinden gelebilmenin bir başarı olduğunu düşünenlerdendim. Bu nedenle kaçmamıştım bu kez oradan; yolumu uzatmama düşüncesi bir yana, korkularımın üstüne gitmekti amacım. Hem neden korkacaktım ki? Etrafımda birçok kişi vardı. Hoş, hepsi şemsiyelerinin altında; yağmurdan bir an önce kurtulma çabasındayken, evsiz ve pis kokan insanlar tarafından saldırıya uğrayan bir çocuğun yardımına koşacaklar mıydı acaba? Of, neler saçmalıyordum ben böyle?
Adımlarımı hızlandırdım o limanın yanından geçerken. Yağan yağmura rağmen limanın içinde bir köşeye sıkışmış olan evsiz insanlara göz ucuyla bakarken, korkularımın beyhude olmadığını fark ettim. Beni görmeleriyle bir fısıltı safhasıdır başladı. Bana mı öyle geliyordu yoksa kirli işaret parmaklarıyla birbirlerine beni mi gösteriyorlardı? Of, paranoyakça davranmanın tam da zamanı! Bakışlarımı önümde uzanan yola, durmaksızın yağan yağmura vermeye çalıştım. Aklım ise derin gözlerinde tedirgin bir bakışla beni süzmekte olan ihtiyar bir adamdaydı. Yüzü öyle tanıdık geliyordu ki... Bu garip düşüncelerden sıyrılmaya çalışıp başımı salladım. Liman tarafında olan parmaklıklara kaydı sözlerim istem dışı olarak, bunu yapmamla birlikte kendimi o ihtiyar adamın yüzüne bakarken bulmam bir oldu. Ama o adam birkaç saniye önce duvarın önünde oturmuyor muydu? Nasıl bu kadar kısa bir zaman içinde buraya gelmişti ki? Şaşkınlık içinde kendimi adamın yüzüne bakarken kitlenmiş bir durumda buldum. İhtiyar adamla aramızda sadece yarım metre vardı, bir de bir metrelik bir duvarın üstünde yükselen demir parmaklıklar... İhtiyar iki eliyle parmaklıkları tutmuş, yüzünde korku dolu bir ifadeyle bana bakıyordu... Heyhat, bunu istemesem de ben de ona... İki yanımdan da insanlar telaş içinde geçiyor, birbirlerine bakmakta olan bu garip ikiliye dikkat bile etmiyorlardı. Onlar hakkında yanılmadığımı anlamıştım. İnsanlar... Dünya düşmüş üstlerine, kıpırdayamıyorlar bile...
"Kimsin sen?" diye sordum ihtiyar adama ihtiyatla. Ondan korkmam için bir sebep yoktu sonuçta ortada. Aksine, bakışları beni korkutmak bir yana; sanki benim için endişeleniyormuş gibiydi. Kokusunu duymazdan gelmeyi de başarabildim zorla da olsa.
"Nereus de bana." dedi adam heyecanlı bir ses tonuyla. "Herkes öyle der."
"Peki Nereus." dedim içimdeki korkuları ele vermemeye çalışarak. "Ne istiyorsun benden? Bu ilk karşılaşmamız değil, öyle değil mi? Neden her seferinde karşıma çıkıp o bakışlarını üzerime dikiyorsun? Ne istiyorsun benden?"
"Zamanın yaklaşıyor Mars'ın oğlu!" dedi ihtiyar fal taşı gibi açılmış gözlerini bana dikerek.
"Ne demek istiyorsun? Mars'ın oğlu da neyin nesi?" diye sordum ama sorularıma cevap alamadım. Dahası, siyah pardösülü bir adam önümden geçtikten sonra adamın orada olmadığını fark ettim. Her yere baksam da, tekrar göremedim onu.
Bu garip olaya bir anlam vermeye çalışmayı -zorla da olsa- keserek, tekrar eve doğru hızlandırdım adımlarımı. Küçük, iki katlı evimizin önüne geldiğimde ise beni başka bir sürpriz bekliyordu. Annem bahçe kapısının önünde, arabamızın hemen yanında durmuş, beni bekliyordu. Bana bir açıklama isteme fırsatı bile vermeden arabaya binmemi söyledi. Onu ilk kez böyle telaşlı gördüğüm için sözünü ikiletmemeye karar verdim.
"Neler oluyor anne? Nereye gidiyoruz?" diye sordum San Francisco sokaklarında hızlıca ilerlerken. Sorularıma yanıt alamayınca ısrarla bunları tekrarlama gereği duydum.
"Soru sorma Adrian, yapmak zorunda olduğum şeyi yapıyorum." dedi hıçkırarak. Yüzüne bakınca gözlerinde biriken gözyaşlarıyla karşılaştım. Onun böyle üzülmesine sebep olan şey ne olabilirdi ki? Bu esrarlı tavırları da neyin nesiydi? O benden hiçbir şey saklamazdı ki... Babamız ben doğunca bizi terk ettiğinden beri, birbirimizin her şeyi olmuştuk. Kardeş, arkadaş, aile... Benim için bu terimlerin hepsi annemden ibaretti. Okulumda zaten sevilmeyen, hoşlanılmayan bir tiptim. Kız arkadaşım Stell hariç herkes nefret ediyordu desek, daha doğru olur sanki... Derslerim zaten oldukça kötüydü; disleksi, dikkat dağınıklığı problemlerim sağ olsun. Karıştığım birkaç kavga da herkesin benden nefret etmesi için yeterli olmuştu. Dışlanan, istenmeyen çocuk damgası yemiştim çok geçmeden. Ancak Stell o kadar mükemmel bir kızdı ki, bunların hiçbirini umursamıyordu. O beni olduğum gibi seviyordu, tıpkı benim onu sevdiğim gibi...
"Anne..." dedim soğukkanlı olmaya çalışarak. "Nereye gidiyoruz?"
"Merak etme oğlum, sadece geziye." dedi gözyaşlarıyla bezenmiş yüzüne bir gülümseme oturtmaya çalışarak. "Çok sevdiğin bir yazar vardı hani, Jack London. İşte onun evine gidiyoruz oğlum, hep orayı görmek isterdin hani..."
Saatler geçti. Yol bitmek bilmiyordu kelimenin tam anlamıyla. Annemin benden bir şeyler sakladığı apaçık ortadaydı, neden durduk yere beni Jack London'ın evine götürecekti sanki? Dahası, hava şartlarının böyle zor olduğu bir günü seçmezdi asla. Trafikte oldukça dikkatli ve titiz biridir annem, gerekmediği takdirde asla yağmur yağarken trafiğe çıkmaz. Sadece bunu bilmem bile yetiyordu bana yalan söylediğini anlamama, ama bozuntuya vermemeye karar verdim. O böyle kötü bir haldeyken üstüne gitmem ne fayda getirecekti ki?
Annem gerçekten de o konuda yalan söylemiyordu. Birkaç saat sonra bir zamanlar Jack London'a ait olan evin bulunduğu yere gelmiştik. Ziyaretçilere ayrılan yere park ettikten sonra yavaş yavaş eve doğru yürümeye başladık. Hoş, bizden başka bir ziyaretçi de yoktu ortalıkta... Jack London'ın evi tüm ihtişamıyla önümde uzanırken, hayranlıktan ağzım açık kaldı bir an için. Koşmaya başladım hep görmeyi hayal ettiğim eve doğru, hızını kesmeden yağan yağmur umrumda bile değildi.
"Anne," dedim bakışlarım eve sabitlenmiş bir şekilde. Gerçekten de harika bir yerdi burası, oldukça büyük ve ihtişamlı bir malikane... "Burası gerçekten de harika."
Annemin bunu onaylayan sesini, beğenip beğenmediğimi soran o klasik sorularını duymayı bekledim birkaç saniye. Ama arkamdan hiç mi hiç ses gelmiyordu. Bu işte bir tuhaflık vardı sanki... Yoksa beni burada bırakıp gitmiş miydi? Ah tabii, olacağı buydu! Senelerdir onun başına olmadık işler açıyordum, benden kurtulmak isteyebileceği nasıl gelmemişti aklıma? Hayır, ne olursa olsun annem beni seviyordu, beni asla bırakmazdı ki o... O halde neden arkamı dönmeye korkuyordum? Neden arkamı döndüğümde acı bir gerçekle yüzleşeceğim hissine kapılmıştım?
Hırlama ve uluma sesleri... Annemin sesinin o hoş tınısını duymayı beklerken, kulaklarımda çınlayan sesler bunlardı işte. Arkamı dönünce kendimi bir grup kurdun öfkeli yüzlerine bakarken buldum. Düşüp bayılmam an meselesiydi... En öndeki iri kurdun ağzından bir kağıt parçacığı sarkıyordu, ayrıca o kurt yanıma yaklaşıyordu! Korkudan ne yapacağımı bilemiyordum. Dizlerimin titremesine engel olabilsem belki kaçmam mümkün olabilirdi, ama bunu bile beceremiyordum. Kurt hemen dizlerimin dibine gelip kağıdı ayaklarımın dibine bırakınca şaşkınlık ve merak duygularım korkuma üstün geldi. Eğilip yağmurun ıslatmakta olduğu kağıt parçasını aldım, katlanmış olan kağıdı açıp okumaya başladığımda ise beni bekleyen şeyler bunlardı, annemin el yazısıyla; "Bunu yapmak zorundaydım Adrian, beni anlamalısın... Seni seviyorum."
Sonra da beni daha çok dehşete düşüren bir şey oldu. Karşımda duran kurt konuştu; daha doğrusu konuşmadı, sözlerini zihnimin içinde hissettim. "Ben Lupa, Mars'ın oğlu. Bakalım hakkında söylenenler gerçekten de doğru muymuş? Benimle gel, Romalı."
Şubat 2011
Erimekte olan kar tabakasına gitti yaşlarla dolu gözlerim, düşüncelerimi başka şeylere yoğunlaştırdım daha fazla ağlamamak için. Neden hayat herkese karşı adil olmuyordu ki? Çok fazla şey mi istiyordum sanki? Tek istediğim şey huzurdu, kaderimin artık bana oyunlar oynamamasıydı... Ama kader tanrıçaları çok görmüştü anlaşılan bunu bana.
Yıllar geçmişti Lupa ile ilk karşılaşmamın üzerinden... Bir melez olduğumu, bir tanrının oğlu olduğumu öğrenmemin üzerinden... Kurtlarla birlikte eğitim görmüştüm bir süre, daha sonra ise San Francisco'ya geri dönmüştük. Aileme mi? Sevdiklerimin yanına mı? Heyhat, hayır. Onları bir daha asla göremeyecektim. İnanması güç de olsa, ben bir tanrının; hem de Savaş Tanrısı Mars'ın oğluydum. Küçük yaşta başıma gelenlerin sebebi de buydu işte... Disleksi, dikkat eksikliği, Latince diline karşı olan akıl almaz zaafım... Biz melezlerin çoğunun başına gelen şeylermiş bunlar meğerse. Tanrı olan ebeveynlerimiz Romalı olduğu için, biz de doğuştan Latince biliyorduk, konuşabiliyorduk. Ayrıca biz melezlerin büyüdükten sonra dış dünyada yaşaması güvenli değilmiş, bizi avlamak isteyen canavarlar için açık bir hedef haline geliyormuşuz... Bu yüzden dönememiştim sevdiklerimin yanına, benim ait olduğum yer başka bir yerdi. Neresi mi? Roma Melez Kampı adlı bir kamp. Bu kampın sorumlusu olan ölümsüz dişi kurt Lupa, saatler süren bir yolculuğun ardından beni oraya götürdüğünde; şaşkınlıktan küçük dilimi yutacaktım neredeyse. Kamp dedikleri yer tamamen gizlenmiş, dış gözlerden uzak bir yerdeydi. Benim yaşlarımda birçok melezle doluydu, benden büyük ve tecrübeli olanlar da vardı tabii. Bizim için güvenli olan tek yer orasıymış dediklerine göre... Annemin beni neden bırakmak zorunda olduğunu o zaman anlamıştım. Aynı şekilde neden yıllardır babasız büyüdüğümü de...
Ancak huzuru orada da bulamamıştım ben. Koluma SPQR harfleriyle kalıcı bir dövme yapılmıştı ilk geldiğimde, oraya ait olduğum anlaşılsın diye... Alışma sürecim çok zor ve uzun olmuştu. Biz melezleri gerçekten de zorlu şartlar altında eğitiyorlardı. Kılıç kullanmayı, canavarlarla savaşmayı öğrendim kısa bir süre içinde. Tabii bunda babamın Savaş Tanrısı olmasının da etkisi vardı. Yıllar geçtikçe kampta kıdemlilerden, sevilen insanlardan biri haline gelmiştim. Çıktığım zorlu görevlerden alnımın akıyla çıkmış, Lupa'yı hiç hayal kırıklığına uğratmamıştım. Bunun ödülünü de geçen ay almıştım, Lupa'nın beni "Birinci Lejyon'un yargıcı" ilan etmesiyle... Bu büyük bir onurdu tabii ki benim için, fakat şu an içinde bulunduğum durumu düşününce bu onura layık görülmemiş olmayı diliyordum ister istemez. Birinci Lejyon'un yargıcı olarak, birçok sorumluluğum vardı diğerlerinden farklı olarak. En başta da, en tehlikeli görevlerde diğer melezlere liderlik etmek, onlara yol göstermek geliyordu. Bu göreve seçilmem de bu yüzdendi işte, bu işi ancak benim yapabileceğim düşünülüyordu.
Tanrıların Yunan hallerinin olduğunu da biliyordum tabii ki; Zeus, Poseidon, Hades isimleriyle anıldığı hallerini... Ancak onların bu halleriyle de melez çocuklara sahip olduğundan bihaberdim tüm Romalı melezler gibi. Lupa bana bu görevi verirken, bunları bana özel olarak anlatmıştı. Yunan melezlerin de bizimki gibi bir kampları olduğunu, Yunan ve Romalı melezler arasında yıllardır süregelen bir düşmanlık olduğunu... Benim görevim ne miydi? Daha beteri olamazdı herhalde; Yunan melezlerin arasına sızmak... Lupa onların bizim yerimizi öğrendiğini, bize saldırmalarının an meselesi olduğunu düşünüyordu. Bu yüzden beni onların üstüne yollamak istemişti, onların planlarından haberdar olup kampımı önceden uyarmam, korumam için... Bu göreve layık görüldüğüm için başta çok gururlandığımı itiraf etmeliyim, fakat daha sonra içine gireceğim görevi düşündükçe aklımı kaçıracak gibi olduğumu da saklayamazdım. Düşmanlarımızın arasına karışacak olmam bir yana, eğer görevimde başarısız olursam tüm sevdiklerimi kaybedebilirdim. Zaten bir kez hayatımdan vazgeçmek zorunda kalmıştım, bunu bir kez daha yaşamak benim en büyük korkumdu kuşkusuz. Kampımda bir aile edinmiştim, sevdiklerim, değer verdiğim insanlar olmuştu eskisi gibi. Oysa bu güzel hayat da parmaklarının arasından kayıp gitmişti...
Cesaretimi toplamalıydım artık, Yunan Melez Kampı beni bekliyordu. Onların kamp tişörtümden beni tanıyabileceklerini söylemişti Lupa; o yüzden göreve gitmeden önce mor renkli tişörtümü çıkarıp, üstüme sıradan giysiler giymiştim. Bir planım vardı nasıl olsa... Beklediğim canavar nihayet geliyordu, ayak seslerinden anlamıştım bunu. Cehennemden çıkmış, devasa bir cehennem tazısıydı bu. Normal koşullarda onunla baş edebilirdim, bana asla rakip olamazdı. Fakat planıma uymak zorundaydım. Koşmaya başladım ondan kaçarmışçasına, tam karşımdaki büyük ağaca doğru... Oranın Yunan melezlerin kampının sınırlarının başlangıcı olduğunu biliyordum, Lupa bana bu bilgiyi de vermişti. Orada bir canavarın saldırısına uğrayan bir çocuğa, bir meleze yardım edeceklerdi şüphesiz. Bu düşüncelerle yapmak üzere olduğum tehlikeli ve zorlu işe daha da konsantre oldum, tüm dikkatimi daha da hızlı koşmaya verdim. Ağaca yaklaşmadan canavarın bana yetişmemesi gerekiyordu. Tam tepeyi aşıp ağacın dibine varmıştım ki, karşımda hoş bir kız buldum. Ağacın dibinde oturmuş, nöbet tutuyordu muhtemelen. Beni görmesiyle kalkması bir olmuştu. Ne yazık ki ona bakmaya fırsat bile bulamadan kendimi yerde buldum. Cehennem tazısı pençesiyle sırtımda derin bir yara açmış, beni de yere kapaklamıştı. Nöbet tutan kız kılıcını çıkarıp tazının üstüne atılırken, gözlerimin yavaş yavaş kapandığını, kendimden geçmek üzere olduğumu fark edebiliyordum.
"Merhaba evlat." dedi sevecen bir ses uyandığımda. Başarmıştım, onların kampına sızmıştım! Karşımdaki de Yunan melezlerin sorumlusu, ölümsüz sentor Kheiron olmalıydı. Bundan sonra tek yapmam gereken onlardan biri gibi davranıp aralarına karışmaktı. Eh, bunu da benden daha iyi kimse beceremezdi. "Melez Kampı'na hoş geldin."