Bu kampa gelmeden önce mitoloji dersimin neden diğer derslere oranla daha iyi olduğunu şimdi anlıyordum. Bilinmez bir şekilde beni kendine çeken bu ders, aslında hayatımın tamamıymış. Pegasuslar, minotorlar, yarı tanrılar, sentorlar, tanrılar ve tanrıçalar meğersem varmış. Bunu anlamam için on yedi yaşına gelmem gerekmesi de cabasıymış üstelik. Annem, koskoca Bilgelik Tanrıçası Athena'ymış. Kardeşlerim, tam on beş tanelermiş -ki onlar da bu dönemde. Her kurduğum cümlenin sonunda -mış olması aslında ne kadar da gereksiz öyle. Artık, hayatımı böyle yaşamayı öğrenmem gerekiyordu, aslında böyle yaşamaya zaten mecburdum.
Pegasus ahırları, kardeşim ve kulübe liderimiz Lucy bana pegasuslardan bahsetmişti ve nereden edinebileceğimi. Belki bu konuda acemiydim ama ablam gerçekten çok iyi bir ablaydı. Her konuda bana yardımcı olan bir melekti o. Bu konuda da bana yardımcı olmuştu ve elime bir harita tutuşturarak beni ahırlara yollamıştı. Ahırlara vardığımda orada bir görevli vardı. "Buyrun, ne istemiştiniz?" diye soran görevlinin zekasına şaştıktan sonra herkesin Athena çocukları gibi olamayacağı kanısına vararak devam ettim. "Athena çocuğuna uygun bir pegasus." dedim. Görevli, gözlerini büyüttü ve annem hakkında söylendikten sonra bana zeki mi zeki, güzel mi güzel bir pegasus getirdi. "Börek." dedim ona. Artık benim de bir pegasusum vardı.