Nasıl uyuduğumu hatırlamayarak uyanmıştım yine, buna alışmalı mıydım bilemiyorum? Bir anda kendimi bir daha hiç hatırlayamadığım olayların ortasında buluyor, dakikalar içinde gıcırtılı eski yatağımda sabah güneşi yüzüme vururken uyanıyorum. En kötüsü ne biliyor musunuz? Ne zaman uyuyacağım belli olmuyor, ne zamana kadar uyanık kalacağımında belli olmadığı gibi. Garip bir öğretmene sahiptim, tarih öğretmenim. Adı Nadja, orta yaşlarında bana karşı acaip ilgili olan bir öğretmen. Niye mi anlatıyorum? Çünkü tüm bu olayların onunla alakalı olduğunu düşünüyorum her ne kadar hatırlamasamda uyumadan saniyeler önce onun sesini duyabiliyorum kulaklarımda. Zaten daha sonrasını biliyorsunuz. Bir kaç hafta önce gittikçe sıklaşmaya başladı bu belli belirsiz uyumalar uyanmalar, belirli bir safhaya kadar normal gibi geliyordu, ben yani Zac normal öğrencilerden farklı olarak disleksi, dikkat eksiklikliği, hiperaktivite var. Bu hastalıklardan herhangi birinin bunu tetikleyebileceğini söyleyenler etrafımda oldukça çok ayrıca Nadja'yla da bu konuyu görüştüm o da aynısını söylemekten başka bir şey yapmadı. Benim hakkında endişelendiğini gözlerinden okuyabiliyordum, her bana baktığında sanki derin düşüncelere dalıyor hatta arada sırada onu uyarmazsam konuştuklarımı dinlemiyordu. Onu seviyordum, yani sonuçta gerçek ailemle hiç tanışmamıştım ve ilgiye muhtaçtım.
Kendimi bildim bileli Manhattan'da bir ailenin yanında yaşıyorum. Üvey annem ve babam ilgili sayılırlar bana karşı, babam işinden dolayı hep yurt, ülke dışında. Annemse genelde benim okullarımla meşgul oluyor. Nadja benim son okuduğum okulda 3-4 aydır kalmamı sağlayan tek sebep diyebiliriz, çünkü bela beni çekiyor ya da ben belayı. Okuduğum son 4-5 okuldan hep vukuatlı bir şekilde ayrılmıştım. Tüm bunlar bir üvey anne ve baba için bile zor olsa gerek ki onların sitem etmemelerine minnettarım. Size geçen hafta yaşadığım bir olayı anlatmadan edemeyeceğim çünkü hakikaten beynimi kemiriyor. Öncelikle olayların başlangıcını her zaman olduğu gibi hatırlamıyorum.
Hiç görmediğim bir arabanın içindeyim, şaşırtıcı biçimde -derken, ona göre oldukça hızlı- Nadja arabayı sürüyor ve ben arka koltukta bacaklarım koltuğa bağlanmış şekilde bir yere götürülüyorum. Heey?! Bağlanmış diyorum, tamam birçok hastalığı aynı anda bünyemde barındırıyor olabilirim ama deli değilim. Nadja’yla konuşmaya kalktığımda bana hiç bilmediğim bir dilde bir şeyler söyledi. Şok olmuştum fakat dediklerinin birazını anlayabiliyordum. Beni bir yere yetiştirmekten falan bahsediyor olsa gerekti. Nasıl anlamıştım bilmiyorum ama anlıyordum işte. Tam olarak idrak edemediğim birkaç dakika sonunda bir yere varmıştık. Tepelik bir yerdi sanırım. Tarihin unuttuğu bir yer, her tarafta çamurlar vardı yüz yıllardır güneş görmemiş gibi. Sertçe hareketlerle Nadja beni kolumdan tuttuğu gibi beni bacaklarımdan bağladığı kemerleride kopararak dışarı çıkardı. Çıplak koluma iyice baskı uygulayarak tırnağıyla kan akıtmıştı derimde Nadja. Ona ulaşmaya çalıştım, ne yaptığını sormaya, yaptığı şeyler, davranışlar sanki o değildi. Başka biriydi. Hissedebiliyordum ama açıklayamıyordum. İçgüdülerim bana kaçmamı tavsiye ediyordu, etrafıma baktığımda karanlık silüetler görüyordum sanki. Değişik sesler, homurtular çıkarıyorlardı. Biliyorum delice gelecek size ama sanki insan değil gibilerdi, sanki yüzlerini göremediğim o karanlık onların bir parçasıydı. Sonra sıkıca tuttuğu kolumu bir anda bıraktı Nadja ve göğe bakarak korkuyla o karanlığın içine kaçmaya başladı. Bir şey onu oldukça ürkütmüştü, o karanlık silüetlerinde yavaş yavaş arkaya çekildiklerini hissedebiliyordum. Ne olduğu konusunda bir fikrim yoktu fakat hepsinin baktığı tarafa bakmam bana bazı şeyleri açıklamıştı. Uçan atlar, yani tarihte gördüğümüz şu pegasusların üstünde 4-5 kişi buraya doğru yaklaşıyordu. Çok yüksekte oldukları için yüzlerini kestiremiyordum ama o rüzgârda dalgalanan sarı saçın Nadja’ya ait olduğuna eminim diyebilirdim. Saniyeler içinde yanıma gelip yutmam için bir hapla yanıma geldi ve beni dinlemeden uykuya dalmıştım.
Evet, işte bu kadardı. Daha sonra yine aynı yatakta kendimi bulmuştum, böyle olaylar hiç yaşamamıştım ya da yaşadıysam bile esrarengiz bir şekilde unutuyordum. Niye bunu unuttuğum konusuna gelince hiçbir fikrim yoktu, ama bugün kararlıydım. Nadja’yı bulup doğru düzgün konuşacaktım. Onu bulmak çokta zor olmuyordu zaten, hemen üst katımıza taşınmıştı. Evet, ilgili derken bayağı aşırı bir ilgiden bahsetmiştim öyle ki hemen üst katımızdaydı. Anneme haber verme gereksinimi duymayarak, evin eski tahta kapısını açıp üst kata hızla çıkmıştım. İçimde bir heyecan vardı nedense, bir şey olacak gibi hissediyordum. Belki sadece sorunun cevabını çok merak ettiğimdendir. Çünkü bana göre bu olayları hep yaşıyorum ve bir şekilde bana bunu unutturuyorlardı. Kapıyı biraz fazla tıklamış olacaktım ki Nadja içeriden “Geliyorum yahu!” diye bağırmaya başlamıştı. Klasik öğretmen, öğrenci karşılaşması “Merhaba, Zac! Nasılsın, hangi rüzgâr attı seni buraya?”’yı geçtikten sonra Nadja konuşacaklarımın olduğunu anlayınca, düzenli ve klasik evinin oturma odasına geçirmişti beni. Açıkçası imrenmiştim, aynı apartmanda, aynı ev odalarına sahip olsak bile kesinlikle Nadja evini mükemmel dizayn etmişti. Benimle karşılaştığında ki o hep endişeli tavrını soğukkanlılıkla kapatmaya çalışıyordu, anlayabiliyordum. Ben cam kenarında ki eski tip, sallanan sandalyeye oturmuştum. Niyeyse burayı seviyordum. Nadja’nın evi 6. Kattaydı, manzarası da çok şahane sayılmazdı ama dışarı izlemeyi ve yüksekte olduğumu bilmeyi her zaman severdim. Nadja, “Bir şey içer misin Zacharias?” diye sormuştu. Hayır desem bile bana güzel bir portakal suyu getirmeden edemezdi. “Nadja, artık yeter. Bir şeyler döndüğünün farkındayım ve her zaman bunu benden saklayamazsınız. Neler olup bittiğini açıklamak sizin içinde benim içinde daha iyi olacak, gerçekten. Çünkü böyle yaşamaktan çok sıkıldım. Sizi gördüm biliyorum. Ne yapmaya çalışıyordunuz bilmiyorum gerçi ama o pegasusların üzerindeyken gördüm, tepelikte ki olanları hatırlıyorum!” diyivermiştim. Ağzımdan bir nefeste çıkmıştı adeta, böyleydim ne aklıma gelirse hemen söylerdim, hastalıklarımdan birinin etkisi olsa gerek. Nadja önce inkâr edecek gibi oldu. Daha sonra bir şeyler düşünüp yüzünü yumuşattı. Anlatmaya başladığında ise yüzü gayet ciddiydi, hiç görmediğim kadar ciddi. “Zacharias Lorenz, senin gerçek ailen annen veya babandan biri Yunan tarihinde gördüğün Tanrılardan biri. Madem o pegasusları gördüğünü iddia ediyorsun buna da inanmalısın her ne kadar zor olsada. Sen yarı tanrı dediğimiz melezlerdensin.” Diyip anlatmaya başladı. Duydukça sanki hayatımın parçaları puzzle gibi yerine oturuyordu, yaşadığım her şeyi kısaca anlatıyordu Nadja bana. Onunda bir yarı-tanrı olduğunu söyledi sonunda, niye bilmiyorum bunu söylerken zoraki söylemiş gibiydi.
Yaklaşık olarak bir iki saat bana yaşadığım şeylerden bahsetmişti. O arabada gördüğüm Nadja’nın gerçek olmadığını, şekil değiştirme yeteneğine sahip bir canavar olduğunu, önceden yaşadığım o ani uyumaların beni kurtardığında canavarlardan haberdar olmamamı istediği için yaptığını anlattı. Tam olarak emin olması gerekiyormuş benim melez olduğumdan. Son 1-2 aydır yaşadığım saldırılardan kesinlik gelmiş yani, benim babam veya annem bir Tanrı’ymış. Deli saçması gibi değil mi? Bu tür çok melezin olduğunu ve bizi eğitmek için bir kamp olduğundan bahsetti. Bu gece yola çıkmalıymışız. Sanırım artık sorgulamıyorum. Ne olup bittiğini yani … Anlamaya çalıştıkça içinden çıkamıyordum. Sanırım artık neler olduğundan sorumlu değilim, neler olacağından sorumluyum. Beni bekle Melez Kampı!