Bir çok eski taştan ustalıkla dizilmiş bozuk badanalı evimin arka tarafında kalan ormanlık araziden zifiri karanlık yavaşça ayrılıyor, ağaçların hoş ve aritmetik duruşu zeytin yeşili gözlerimi dinlendiriyordu. Daha çok koyu renklerin baskın olduğu tozlanmış iskemlemi bir kaç adım daha geri çekerek görüş açımı olabildiğince batıya verdim. Önümde kalan bozuk yolu gözden saklayan mor leylaklarım etrafa hafif ve serin bir koku yayıyordu. Yolun gerisinde kalan sarı sokak lambası loş odamın içinden yansıyan ışıkla beraber çift camımın içinde garip bir renk oyunu yapıyordu. Gözlerimin altının çöktüğünü hissederek cama biraz daha dikkatli baktım. Birbirinden bağımsız sarmaşıklar, koyu kahverengi mantarlar ve yeşil yosunların karıştığı mistik bir görüntü oluşuyordu. Geniş ve hatları belli olan ellerimi buz kesmiş çehreme yerleştirip en son içime çektiğim boğuk havayı ellerime üfürdüm. Verdiği nemliliğin ellerimin çatlamasını engelleyeceğini düşündüğümden koyu yeşil, düz desenli eldivenlerimi giymedim. Oturduğum sandalyeyi, hoş guaj boyayla denenmiş ve kıyafetlerimin yarısından azına yeten dolabımın bitişiğine koydum. Maneviyatım ve belki de hayatım boyunca boş geçirdiğim kaderimin yolu artık olduğu gibi değişecekti. Büyük kalbimin içinde pompalanan yoğun kan içimde ki adrenalini de körüklüyordu. Küçük salkımdan ayrılan sarı yapraklar bahçemin önünde bana sunulmuş bir şov gibiydi. Koyu lacivert ceketimi kırılmaya yüz tutmuş askılığımdan alarak dışarı çıktım. Bitkin düşmüş bedenim içeride meltem gibi hissettiren rüzgarı dışarıda bir kasırgaya dönüştürmüştü sanki. Savrulan saçlarımı engellemek için bir çam ağacıyla aynı renkle olan beremi ceketimin yırtılmaya yüz tutmuş yün bölmesinden çıkarttım. Açık kırmızı dilimi pembe dudaklarımın üzerinde dolaştırmanın ardından güzel yarı-köy yaşamımdan ağır adımlarla uzaklaşmaya başladım.
Yol üzerinde yürürken yoğun yağmur damlalarından olsa gerek derin ve oldukça çirkin görünen çukurlar asfaltı eritmiş gibi görünüyordu. Kendi bahçemin harîcinde kalan ormanlık arazi renklenmeye yüz tutmuş havanın etkisiyle ayrıntılaşmaya başlıyordu. Tasvir dâhi edemeyeceğim leylaklarımın kokusu ceketimin üzerine işlenmiş, beni baştan çıkarıyordu. Doğal olan her şeyi seviyordum fakat kendi bitkilerime olan zaafım hiç bir zaman değişmedi. Bitkiler yabancı kitaplarda hissedemeyeceğimiz ikilemeler gibidir. Kendince muhteşemdir fakat dışa vurmaya gelince acizleşir. Şişmiş gözaltlarımın etkisiyle küçük görünen göz kapaklarımı biraz daha perdeleyerek ayrıntıya önem vermemeye çalıştım. Gözlerimi yere nişanlayarak adımlarımı hızlandırdım. Pis kokulu ve bir çok çöp tenekesinin dibine çökmüş olan kedilerin sesinden de anladığım gibi bozuk yolların koyulaştığından da şehre geldiğimi anlamıştım. Ensemin biraz üzerinde ki acı kendini hissettirmeye başlamıştı. Yontulmamış demirden yapılmış matkap kadar acı veriyordu başıma. Şehrin berbat havasından olduğu kesindi. Çehreme has daha ılık olan işaret parmaklarımı şakaklarımda birleştirerek kısa süreli bir masaj yaptım. Bu dokunuşların işe yaramasını beklerken devasa Empire States gökdeleni bütün ihtişamıyla önümde dikilmişti. Hafif çamurlanmış ve dolayısıyla kayganlaşmış botumun altına yapışan mide buladırıcı poşeti görünce gözüme kestirdiğim sert bir ağaç kabuğunun yardımıyla olduğu yerden onu aldım. Midemin bulanmasını engellemek için zorla bir yutkun aldım ve adımlarımı yavaşlatarak ilerledim. Binanın içine girince garip desenlerle süslenmiş asansörü gözüme kestirdim. Dışarıdaki boğuk havadan kurtulduğum için derin bir nefes alarak vücudumu iyi hissettirmeye çalıştım. Hafif nemlenmiş beremi birbirine dolaşmış saçlarımın arasından alarak aldığım yün bölüme kibarca yerleştirdim. Asansörün içine girdiğimde heyecanlı bir ruh kimliğine bürünmüştüm.
Yükseğe çıktığımı hissettiğimde psikolojik olarak etkilenmiştim. Asansör durduğunda ise bu psikoloji doğrudan beni etkilemişti. Korkuyordum. Başıma gelebileceklerden değil yapamayacaklarımdan korkuyordum. Gelirken ki boğuk hava yerden oldukça yüksek bir yerde etkisini daha fazla gösteriyordu. Beni ne görsel olarak ne de psikolojik olarak hiç bir şey rahatlatmıyordu. İlhamı gerilmemek ve üzülmemek için istiyordum. Kararlıydım... Olmak istediğim yerde ve olunmak istediğim yere gidecektim. Hak ettiğim hayata veya olması gerek hayata gidecektim. Anlamsız olan yaşamımı yada her ne ile çehreme yazılmış bilinmez kaderimi uzaklaştırmak istiyordum. Olimpos'a giden kapıyı görünce gözlerimi kapatıp içimde birikmiş sıcak buharı dışarı verdim. Alt dudağımı biraz daha ıslatıp elmacık kemiklerimin üzerine yapışmış kirpiklerimi bir anda kaldırdım. İçimden " Utálom mindannyian. " diye geçirdim. İstiyor muydum Zeus'un yumruğunu ? İstiyor muydum yüce dalgaları ? İstiyor muydum macerayı ? İstiyor muydum mistik canlıları ? İstiyor muydum adaleti ? İstiyor muydum şehveti ve asaleti ? Evet, istiyordum. Beyaz dişlerimi birbirine kenetleyerek kapıyı alabildiğince araladım. " Igen, szeretnék. " diye bağırdım alabildiğince yüce Olimpos'a.
Utâlom mindannyian* Buradan nefret ediyorum.
Igen, szeretnêk* Evet, istiyorum.
Macarca.