Güç; ulussuz bir milletin her zaman sahip olmak isteyeceği tek şey! Ama bilinen bir gerçek daha var. İnsanlar kendileri için her zaman en kötü şeyleri isteme tutkusuna sahiptirler. İşte bunları düşünürken elinde tuttuğu mavi kalemiyle etrafı seyreyliyordu, minik çocuk. Boyundan beklenemeyecek kadar ulu düşünüyordu. Bunun ona bahsedilmiş bir lütuf olduğunu düşünerek; hayatı boyunca sadece bu konuyu koy vermiş oluyordu. O bir insandı. Herkes gibi. Ve herkes kadar sıradandı. Bütün bu düşünceleri; akıl sır ermez engin bilgilerine rağmen hala kendisini diğer insanlar kadar budala görüyordu. Çünkü eleştirmek kolaydı. Ona göre. Fakat aynı şey kendi başına geldiğinde ne yapacağını kestiremezdin. Not defterindeki küçük bir kare içine alınmış el yazısına baktı. Odası insanlarla doluymuş ve düşüncelerini söylüyormuş gibi bunları not defterindeki yazılarla kanıtlamak istiyordu. Ve bu çivi yazısına benzer el yazısında yer alan ibare şuydu.“Yaptıklarımız o kadar karmaşık ve o kadar çetrefilli sonuçlar oluşturur ki geleceği görmek gerçekten çok zor bir iştir.” Bu yazdığı ibareye gülümsedi önce. Okulda öğrendikleri gibi; gerçek hayattaki çoğu cisim çok boyutlu ve olaylarda çok çeşitli işlere yol açıyor. Buradan da anlaşılabileceği gibi, sıradan ve budala insanların tüm bilimleri ve ilimleri birbiriyle bağlantılı! Elini hafifçe salladı ve umursamazca eski püskü not defterini okumaya devam etti. Gecenin bir saati olması da; bu küçük çocuğu pek etkilemiyordu anlaşılan. Fakat dakikalar ilerledikçe; camdan sıyrılan rüzgar, çocuğun siyah ve dağınık saçlarını daha da dağıtmaya başladı. Derken pencere bir anda açıldı ve güm! Defterin ilk sayfasına dönülmüştü. Aslında kısacık bir defter olmasına rağmen sert bir küfür salladı, şu rüzgara! Küfürlerin gittiği yerler birçok insanın küfretmeye cesaret edemeyeceği makam, mevki ve mercilerdi. Tanrı, Mikail, İsa, Musa! Ana, avrat düz gitmişti. İlk sayfada yer alan küçük tarihçiğe kaydı gözü. 04.05.2001! Dokuz senedir aralıksız olarak tuttuğu bir not defteriydi bu. Çoğu kişi –ki bunların arasında annesi de vardı.- çocuğu içine kapanık ve hatta manyak olarak görürlerdi. Oysaki at gözlüğü takmış insanlar, içine kapanık çocuklardan anlayamayacak kadar basit insancıklar olurlardı. O sırada sert bir hırlama geldi. Kulaklara zarar bu hırlama çocuğa öğüt verir gibiydi. Ve bu hırlamadan anlaşılan; "Bakış açısını değiştirdiğimiz zaman her şeyin çözüm önerisi açılacaktır." idi. Küçük çocuk çıkarmamıştı bu sesi. Odanın içerisinde de kimse yoktu. Ama soğuk ve kasvetli bu odada; bu böğürtünün kime ait olduğu muammaydı. Anlaşılan garip bir şey de sayılmazdı. Ki çocuk istifini bile bozmadı. Ardından usulca o minik, kadife sesini odanın etrafındaki her santimetrekareye eşit olarak dağıttı. “Haklısınız. Bay Kim Olduğunu Bilmediğim İnsan. Haklısınız!”.Kim olduğunu bilmediğim insan demişti çocuk. Bu durumda iki ihtimal kalmıştı. Ya uzun süredir görüşüyorlardı da, çocuğa kimlik bilgilerini vermemişti. Ya da çocuk fazlasıyla soğukkanlıydı. Biraz sonra; ihtiyat sahibi olan bu genç sesini tekrar etrafa yaymaya devam etti. “Sizi tanımıyorum ve sesinizi ilk defa duyuyorum. Ama bir soru sorabilir miyim? İnsanlar ilahi güce manevi olarak da varamazlar mı?”Böğürtü bir anda arttı. Sanki gökten değil de, hani şu bembeyaz tavandan değil de kapının arkasından gelen bir böğürtüye dönüşmüştü bu hırıltılı ses kümesi. İnsandan çıkamayacak kadar –affedersiniz öküzce- olan bu ses; uzun süre unutulmayacak bir sesti. Ki küçük çocuğun sararmış kulakları –ki top top kulak kiriyle doluydu- bu sesten etkilenmiyormuş gibiydi. Sanki kulak zarı bu sesi kulağın içine almıyormuşçasına sükunetle masasının üstünde not defterine bakıyordu. Hırıltılı ses ise bir uzak, bir yakın olarak herkesin kulaklarını inletmeye devam ediyordu. Herkesten kimi kastettiğini de anlamamıştı ya! Bu hırıltılı sesin fısıldadığı şey; “Ah, belki de o manevi güç kanında olan bir şeydir” diyordu. Bunun üzerine; 1.65 boyundaki minik çocuk ayağa kalktı. Uzun süredir ayağa kalkmamış gibiydi. Üstelik kupkuru bacakları vardı. Zafiyet geçirecek gibi duruyordu. Midesi sırtına yapışmıştı yavrucağın. Buna rağmen; yüzüne bakıldığında ince bir muziplik ve asalet görülmüyor değildi hani. Buna rağmen ağzını yamultarak gülmesi küstahlıktan çok; bir çapkınlığa yorumlanabilirdi hani. En ufak bir mimiğiyle bir sürü duyguyu anlatan bu velet, içine kapanıklığını attığı takdirde nasıl bir kişiliğe bürünürdü acaba. Uzun süren sessizlik ve hareketsizliğin ardından çocuk ince fakat bir o kadar da ihtiyatlı ses tonuyla; “Kim olduğunu bilmediğin hırıltılı sesin sahibi. Bazen ağaçların gövdelerini görüyorum. Oldukça kuruduklarını hissedebiliyorum. Derken bir anda uyuyorum. Ve uyandığımda bardaktan boşalırcasına yağan yağmuru seyrediyorum. Bazen okula geç kalıyorum. Gözlerimi kapatıyorum ve bir bakıyorum ki ayaklarım tazı gibi ilerlemeye başlıyor. Şıp, okuldayım. Ve imalı konuşmalarından yola çıkarak söylüyorum ki; bildiğin bir şeyler var. Ne ise bana söylemelisin. Ama emin ol, eğer bu işi seninle yapacaksam defolup giderim.”Şuh bir kahkaha duyuldu. Kapı yavaşça açıldı ve içeriye, sümük renginde, iğrenç bir yaratık girdi. Çocuğun gözleri önce fal taşı gibi açıldı sonra usulca kapandı. Hani elektroskop gibi, açıl kapan prensibi! Üstüne giydiği üç-beş paçavradan başka hiçbir şey bulunmuyordu bu iğrenç yaratığın. Kalbi durmuşçasına kaskatı kesilen çocuk kalakaldı. Hareket edemeden bir kazık gibi bulunduğu noktaya çakıldı. Canavar yapışkan bir sıvıyla donatılmış ellerini çocuğun suratına sürünce tiksinme ile karışık bir uyanma yaşamıştı bu çocuk. Canavar yüzüne baktı. Ah, yine konuşacaktı derken tam da düşündüğü gibi olmuştu. “Evlat. Ben Greyba. Senin baban bir tanrıydı. Ve annen de sıradan bir insan. Bu da demek oluyor ki sen bir melezsin. Hadi o zaman, gel melez kampına”Çocuktan cevap gelmemişti. Zaten, “Aman yavaş aheste” modlarında takılan biri değil miydi o? 5 saniyelik bir sessizliğin ardından çocuk kendisinden beklenmeyecek bir şen şakraklıkla“Holey” diye bağırdı. Bu bağırışın “o” ve “l” bölümleri biraz uzun sürmüştü ki çocuk bir kere daha sevinç nidasını atmıştı.“Arriba”. Ve tahmin edeceğiniz gibi bu sevinç haykırışında da “r” bölümleri uzatılmıştı. Canavar –galiba- çocuğun melez değil de, Speedy Gonzales olduğunu fala düşünüyordu ki çocuk o ince sesini kudretli bir sese dönüştürerek –taklit denilebilir- annesine bağırdı. Pek usturuplu ve saygı çerçevesinde değildi ama her neyse. Bağırışları genelde “Lan kadın” şeklindeydi. İki saniye sonra elinde oklavayla gelen kadın; çocuğa baktı. Tam oklavayı kaba etine yerleştirecekti ki, lanet olası sağ gözü canavara ilişti. Canavarın kadına el sallamasıyla, kadının yere yapışması bir oldu. Küçük çocuk, dans etmeye devam ediyordu ki eline bir kağıt alarak şunları yazdı.
“Benim sözde anneciğim. Bilmem bilir misin fakat benim babam bir tanrıydı. Ve bu durumda sen de onun kullandığı kadınlardan biriydin. Ve az biraz aklın varsa bende bir melez oluyorum. Bu durumda eğitimimi almak üzere Melez Kampı’na gitmem gerek. Seninle görüşmemek dileğiyle! Oraya gidince seni Hades’e şikayet ederim. Ağzını gözünü dağıtır inşallah. Saadetsizlik dileklerim seninle. Zeus’a ısmarladık.”
Derme çatma el yazısıyla yazdığı metni bitirdikten sonra şeytani bir kahkaha attı. Ki bu kahkahası canavarı bile ürkütmeyi başarabilmişti. Canavar çocuğun yüzüne usulca baktı ve: “Sanırım Hades Çocuğu olacaksın. Seni vahşi melez! Hadi ama gitmemiz gerek.”. Çocuk mutlulukla baş salladı ve canavarın peşi sıra evinden ayrıldı. Dış kapıyı büyük bir gıcırtıyla açtıktan sonra üç katlı eski evine son kez baktı ve tekrar etti. “Güle güle manevi güçsüzlük. Ben bu dünyada sessiz kaldım. Ama ahtım olsun ki oraya gidince zıpırların efendisi olacağım!” Bir lakap bulmak istedi kendine. Ferta, Okeanos. O sırada büyük bir şangırtıyla aklına bir fikriyat düştü. Evet, evet. Kesinlikle lakabı bu olmalıydı. Hermes!