Açık pencereden süzülen soğuk rüzgar terle ıslanmış tenime çarpınca tüylerimi diken diken etmişti. İlk defa böyle garip bir rüya görüyordum. Mitoloji dersinin üzerimde bu kadar etki yaratacağını tahmin bile edemezdim. Kalkıp üstüme bir şeyler giydim ve yüzümü yıkadım. Babam her zaman ki gibi çoktan kalkmış ve kahvaltıyı hazırlamıştı. Onun leziz kahvaltıları sayesinde güne hiç aç başlamazdım. “Sayıkladığını duydum,” dedi babam. Ah, şu rüya! “Mitoloji dersleri ağır gelmeye başladı. Artık rüyalarımda uygulamalı olarak çalışıyorum,” diye alaycı bir yanıt verdim ona. Çok üstünde durmak istemiyordum. “Bence bu dersi önemse. Hayatının bir kısmı- Her neyse otur ve yemeğini ye.” diye ilk cümlesini düzeltti. “Mitoloji hayatımın bir kısmı mı? Hadi ama. Sadece sınavlarımda işime yarar.” diye yanıtladım, böylece babamın bitirmiş olduğu konu baştan açılmıştı. “Bundan o kadar emin olma,” Mitoloji konusu canımı sıkmaya başlamıştı. “Baba, sen ne anlarsın mitolojiden..” Hiçbir şey. Babam mitolojinin ne olduğunu bile bilmeden konuşuyordu bence. “Tabii ya,” dedi sonra kısık sesle devam etti “Ben ne anlarım mitolojiden..” Başka konuşacak konumuz yoktu. İkimizde susup kahvaltımızı yaptık.
Odama çekilip ders çalışmaya karar vermiştim. Fakat rüyam aklımdan çıkmıyordu. Perde rüzgarın etkisiyle oldukça havalanmıştı. Ardından süzülen soğuk içime işliyor gibiydi. Kalkıp küçük bir hamleyle kapattım pencereyi. Masama kadar gittim fakat oturup ders çalışasım yoktu. Mitoloji, evet. Hala çıkmamıştı aklımdan. Anlatılanların hiçbiri rüyamdaki kadar ilginç değildi. Dolaptan bir şeyler aldım ve üstüme geçirdim. Bulduğum birkaç defter ve kalemi çantaya tıkıp çıktım odamdan. Beni fark etse de nereye gittiğimi sormamıştı, belki de hala ona öyle dediğim için kırgındı bana.
Havanın soğuk olmasından dolayı mı bilmem ama bugün sokakta pek insan yoktu. Şuan benim için tek rahatsız edici şey yağmurdu. Ellerime damlayan yağmur damlacıkları hem soğukluğu hem de ıslaklığı beni rahatsız ediyordu.
Kütüphanenin evimize fazla uzak olmamasına şükrediyordum. Fazla ıslanmadan yırtmıştım yağmurdan. Kütüphane fazlasıyla büyüktü, aradığım kitapları yardım almadan bulmaya kalksaydım bu benim birkaç günümü alırdı. Az ileride kitapları düzenleyen görevliye yaklaştım ve nazikçe öksürerek dikkatini çektim. “Size nasıl yardımcı olabilirim?” görevlinin tutumu oldukça nazikti. “Mitoloji ile ilgili kitapları nerede bulabilirim?” diye bence ona nazikçe yanıt verdim. Eliyle üçüncü koridoru işaret ederek “ Üçüncü koridor, sekizinci rafta,” dedi. Teşekkür edip yavaşça oraya doğru ilerledim. Nedenini bilmediğim bir şey kalbimin yerinden çıkacakmış gibi atmasına neden oluyordu. Birbirine sıkıca dizilmiş raflara yaklaşarak aralarından gözüne çarpan ilk kitabı çekiştirdim. Raflardaki kitap fazlalığı beni biraz zorlasa da çok geçmeden daha doğrusu etrafta sessizce kitap okuyan insanların dikkatini çekip rezil olmadan kitabı elime alıp kendimi en yakındaki sandalyeye attım. Bir yanım onu rafa geri koy derken diğer yanım onu okumamı deli gibi istiyordu. Bendeki bu mitoloji ilgisinin nedenini merak ederken bir yandan da açtım kitabı. Sanki kasıtla aralamışım gibi kitabın 96. sayfası açıldı. Avcılık tanrıçası Artemis’ten bahsediyordu bu sayfa. Okuduğum kelimeler dudaklarıma döküldükçe babamla bazı anılarımız geliyordu aklıma.. Hadi Rice, bu senin kanında var, diyişi kulaklarımda defalarca kez yankılanmıştı. Ve yanıt olarak Böyle mi baba, diyişim de.. Kahkahalarıma zor engel olmuştum. Kanımdaki avcılık yeteneğinin Artemis’ten gelmediğine emindim. Bu onun yeminine aykırıydı. Kitabı kapatıp raflara tekrar yöneldim. Tek kitaba bağlı kalmak istemiyordum. İlgimi çeken birkaç kitabı daha alıp oturdum. İçindekiler kısmını biraz inceledim. Gerek derste gerekse bu kitapta olsun beni en çok hep Amphitrite etkilemişti. O bana diğerlerinden farklı geliyordu, apayrı. Onun sayfasını açtıktan sonra hakkındaki bilgileri okumaya başladım. Bütün bunların beni ona daha da yakınlaştırdığını hissedebiliyordum.
Saat henüz erken olsa da yağmur iyice hızlanmıştı. Fakat hiçbir şekilde bu kitaplardan kopmak istemiyordum. Az önce raftan aldığım iki kitapla beraber iki tane daha seçip onları yazdırmaya gittim. Kütüphane yavaş yavaş boşalıyordu, anlaşılan diğer insanlarda benim gibi yağmura kapılmak istemiyorlardı. “Üzgünüm, sadece iki kitap alabilirsiniz,” dedi kütüphane görevlisi. Sıranın bana geldiğini ancak anlayabilmiştim. Amphitrite hakkında okuduklarımı bir yerden çıkaracak gibiydim, sanki hepsini daha önce görmüştüm. Yarım bıraktığım kitapla son seçtiğim kitaplardan birini aldım ve çıktım kütüphaneden.
Bir an önce eve gitmek istiyordum. Adımlarımı oldukça hızlı ve dikkatli atıyordum. Etraf uzun süredir sessizdi fakat bir köpeğin havlamaları bölmüştü tüm sessizliği. Ve ardından tanıdık bir ses “Hey, hadi oğlum! Hadi Skippy gel,” Jesse’nin tatlı sesini her yerde tanıyabilirdim. “Hey Jesse, hayat nasıl gidiyor?” diye sordum. “Skippy’yi gezdirmekle geçiyor,” diye alaylı bir yanıt verdi bana. Biraz gülüştükten sonra tekrar yola koyuldum. Gözlerini kitaplarımdan ayırmamıştı aslında. Fakat bende o kadar kurcalamamıştım. Her ne kadar mitoloji budalası bir inek gibi görünmek istemesem de! Skippy veya Jesse’nin sesi gelmiyordu. Dönüp göz ucuyla onları incelediğimde Jesse’nin Skippy’nin tüylerini okşayıp ona bir şeyler fısıldadığı gördüm. Gitmesine izin verdiğinde Skippy hızla üstüme doğru geliyordu. Beni yere düşüreceğinden korkmuştum fakat o çoktan kitaplarımı kapıp kaçmıştı. “Hey, onlar kütüphaneye ait!” diyip peşinden koştum, zarar görürlerse başıma iş açardım. “Mitoloji mi?” diyip iğrenç bir bakış attı Jesse. Daha sonra kitaplarımı bana teslim etti. Sertçe teşekkür edip tekrar yoluma koyuldum. Birkaç kez arkamı yokladım fakat ikisi çoktan kaybomuştu. Amphitrite, evet! Bu ismi rüyamdan tanıyordum, rüyamın ziyaretçisi oydu.
Artık daha da meraklanmıştım. Kısayolu tercih ettim. Pek sağlam bir yol gibi gözükmüyordu ama umrumda değildi. Biraz ilerledikten sonra fikrimi değiştirmiştim, bu yolun devamında bir orman olduğunu bilmiyordum. Biraz tırsmaya başlamıştım. Çalıların arasında bir şeyler kıpırdamıştı. “Jess?” diye seslendim. Gördüğüm bir çift parlak göz ilk beni korkutsa da bu büyük ihtimalle Skippy’di. “Hey, Skippy!” diye seslendim o tarafa. Fakat karşıma Skippy’nin birkaç kat daha büyüğü bir kurt çıkmıştı. Geri dönüp kaçmak istemiştim ama çoktan beni tek pençesinin altına almıştı. Diğer pençesi vücudumu parçalamak üzereyken tüm bilincimi kaybetmiştim.
Gözlerimi açtığımda önümde birkaç valiz gördüm. İçerinden Jesse’nin ve babamın sesleri geliyordu. “Oh, Melez kızımız uyanmış. Oyalanma, ne kadar erken çıkarsan o kadar iyi,” dedi Jesse gülerek. Keyfi yerinde gibiydi. Ama ben kendimi acayip yorgun hissediyordum. “Öncelikle söylemeliyim ki hayatımda bana takılan en kötü lakap buydu ve inan bana hiçbir yere gitmek istemiyorum,” diyip yorganı kafama kadar çektim. Biraz daha uyumaktı niyetim. “Üzgünüm, bu senin seçimin değil,” diyerek üsteledi. Nedenini bilmiyordum ama bu ona heyecan veriyordu, kendini mutlu hissediyordu. “Baba!” diye seslendim. “Sana benim hakkımda kararlar almaman gerektiğini söylemiştim, artık büyüdüm!” diye bitirdim sözlerimi. “Melez Kampı’na gitmek zorundasın Rice,” dedi babam. Demek bir kamp! Yaşadığım yerde bir hayvanın saldırısına uğrayıp nasıl tanımadığım bir yere güvenmemi beklemişlerdi anlamış değildim. Ayrıca lakabımın nereden geldiğini çözmüştüm. “Kampa falan gitmiyorum, unutun gitsin.” dedim.
Jesse benim söylediğim şeye cevap vermeden direk babama yöneldi “Sanırım ona anlatma zamanı geldi.” dedi sırıtarak. Her neyi anlatacaklarsa bu sorumluluğu yüklenmek istemiyordu belli ki. “Sen anlat, hem ben ne anlarım ki mitolojiden,” diyip odadan çıktı babam. Eğer bu bir çeşit mitoloji kampıysa Jesse’nin babama kitapları anlattığını düşünerek onu yağmalayabilirdim. “Bak Beatrice,” diye başlayıp yatağımın kenarına oturdu. Rice yerine Beatrice dediğine göre konu çok önemli olmalıydı. Jesse ve babam bana çok nadir durumlarda adımla hitap ederdi. Konunun ciddiye bindiğini onun yüzündeki mutluluk ifadesinin kaybolup yerini aniden ciddi bir ifadenin almasıyla daha da iyi kavramıştım. Merakla onu dinlemeye koyuldum.
Anlattıkları bir masaldan başka bir şey olamazdı! Amphitrite annemmiş! Bunu bana kimse yutturamazdı. Evet, inanmak istemiyordum ama Jesse’nin gerçekçi anlatışı ve gözlerinde ki ifade beni zorluyordu. Hem onun benim satirim olması… Aslında bu mantıklıydı. Biz, beraber büyümüştük. O kendimi bildim bileli yanımdaydı. Hele ki son zamanlarda, genellikle bizde kalıyordu, kafamı nereye çevirsem onu görüyordum. Belki de beni korumak için hep etrafımdaydı. Fakat onu çok eskiden beri tanıdığım için hiç başka bir şey düşünmemiştim, bu benim hep yaşadığım şeydi. Jesse’nin vereceğim tepkiyi merak ettiği gözlerinden belli oluyordu. Her hangi bir şey dememi istiyordu, ne olursa olsun. Cevap vermek benim için zordu aslında, bocalamıştım. Fakat o söylüyorsa doğru olmalıydı, sonra o kurttan kurtulmamın başka mantıklı bir açıklaması yoktu. Sanki bu çok mantıklıydı da.. Babamda bu işin içindeydi. Sonra sabahki konuşmalarımız ve rüyam, annem. Onu düşününce içim bir hoş olmuştu, sanki beynim düşünmeden önce kalbim bunu çoktan kabul etmiş gibiydi. “Jess,” diyip kollarımı onun boynuna doladım. Ne diyeceğimi bilmiyordum, aslında saçmaydı ama sonuçta annemi görecektim. Hiçbir şey onu görmem kadar güzel olamazdı. Mutluydum…