Gözlerimin dolduğunu fark ettim. Alt kattan annem ve üvey babamın bağırışları geliyordu. Tartıştıkları şeyin saçma olduğunu biliyordum. Daha doğrusu anlam veremiyordum. Tamam, okulumdan daha dün dönmüştüm. Her zaman ki gibi eziyetimin başlayacağının farkındaydım ama bu kadar erken değil. Gözlerimde biriken son göz damlasını daha silerken yerde açık olan sayfaya baktım. Niodopes. Disleksime lanetler okuyarak kitabı kapattım. Bana ne demişlerdi? Melez. Buna bir anlam bulamıyordum. Başımdan birçok olay geçmişti, daha anaokulundayken öğretmenime aslan vücutlu, kadın başlı bir yaratık gördüğüme yemin etmiştim ama öğretmen tahmin ettiğim gibi bunun aşırı gelişmiş hayal gücümden kaynaklandığını söylemişti. Ayrıca bir sürü okul değiştirmiştim. Ama kesinlikle normal bir günüm, annemin bana sen yarı bir tanrısın diyerek geçmiyordu. Tamam, bunun hakkında birçok teorilerim vardı. Yani annemin normal bir melezden kastı herhalde babamın Fransız olmasıdır diye tahmin ediyordum. Zaten aksanından anlamıştım üvey babamın. Buradan sadece çıkmak istiyordum. Ama sizinde odanızı demir parmaklıklar sarmışsa bunun imkânsız olduğunu anlamışsınızdır. Kusursuz kaçış planım üvey babamın bağırışı ile kesildi. ”Stephan James ! “
Ah! Bu adamdan nefret ediyordum. Dişlerimi gıcırdattım. Hayatımda olmadığım kadar öfkeliydim. Sadece bu cehennemden çıkmak istiyordum. Demir parmaklıkları kırma sonucum tahmin ettiğim gibi başarısız olmuştu. Üvey babamın adımı haykırmasını duymazlıktan gelerek odanın ucuna doğru yürümeye başladım. Gözümü bronz bir parlaklık kesti. Duvarda asılan kılıcım. Annem, bunun babamın bana hediyesi olduğunu söylerdi. Ama babam annemi bırakıp gitmişti ben de bu sülüğe katlanmak zorunda kalmıştım. O kılıca dokunmak bile istemiyordum. Ama öfkem beni yendi. Kılıcı elimde çevirdim ve var gücümle demir parlaklıklara vurdum. Kılıç, demiri kâğıttan yapılmış gibi kesti ve kendimi karanlığa bıraktım.
Dairemiz, belki de ikinci katta olmasa ölebilirdim ama homurdanarak yerden kalktım. Acıyan bileğimi ovuşturuyordum. Belki de evimi hiç göremeyecektim. Kendime lanet okuyarak söylendim. “Zaten ben bunu istiyorum. Şimdi ağlamanın sırası değil Stephan.”
New York’ta tek başınıza yürümenizi hiç tavsiye etmem. Hele öfkeli bir durumdaysanız ve takip ediliyorsanız. Takip edilme duygusunun yarattığı o küçük korku ile koşmaya başladım. Yanımdan hızla geçen bir taksiye küfürler yağdırırken sendeledim ve yere düştüm. Kafamın acıdığını fark ettim. Ah, lanet olsun. Sert bir el beni kaldırdı. Kurtarıcımı aradım. Ama önümde sadece koltuk değnekli bir çocuk vardı. Çocuğa yabancı gözlerle bakmaya başladım. Özürlüymüş gibi kelimelerimi yavaş yavaş söylüyordum. “Sen de kim-sin? Diye sordum sinir bozucu bir şekilde. Öfkeliydim. Evden kaçmıştım. Şimdi ise koltuk değnekli sivilceli bir çocuğun beni kurtarmasına şahit oluyordum. Arkama bakmadan yürümeye devam ettim. Çocuğun arkamdan gelmesi sinirimi bozuyordu. “Hey, dostum beni bekle. Ben Carter. Beni tanıdın mı? Senin koruyucunum.” Ah, harika. Karşımda ki kişinin tanıdık olduğunun yarattığı sinirle yürümeye devam ettim. Özellikle de ismi benim soyadımsa. Aksanı Fransızcaydı çocuğun. Ayrıca senin koruyucunum kelimesini aksan farklılığı ile yanlış duyma olanağımın yüzde kaç olduğunu hesaplıyordum. Arkamdan gelen bir ses ile dengemi yitirdim ve kendimi New York’un buz gibi kaldırımlarında yatarken buldum. Carter bana yetişmişti. “Bence Melez Kampı’na gitmemiz ger- sözü kaldırımın sallanması ile kesildi. Yüzüne baktım. Carter, belki de ilk defa yüzünde ki şapşalca ifadesini silmişti. Bana endişeli bir şekilde bakıyordu. Carter pantolonunu çıkarmak ile meşgul olmasının içimi rahatlattığının beni huzurlu edeceğini söyleyemezdim. “Carter sen ne yaptığını sanıyor- sözüm arkamızdan bir kükremenin gelmesi ile kesildi ve ben bu durumlarda pek cesur değilimdir. Carter ile ilgilenmeyi kesip var gücümle koşmaya başladım. Birkaç saniye sonra bunun aptalca olduğunu fark ettim ve arkamı döndüm. Karşımda üç metre boyunda bir insan duruyordu. Ama sorun boyu değildi. Asıl sorun, elinde balta olması ve belinden aşağısı boğa gibi olmasıydı. Gözüm Carter’a kaydı ama burada değildi. İnsan-boğa üstüme doğru geliyordu. Kaçmaya çalışmadım. Aptalca cesarette bulunarak kılıcımı insan-boğaya attım. İsabet bile etmemişti. Kendime çarpan güçlü bir şey hissettim. Üç metre öteye uçarak bir ağaca çarptım. Acıyı artık önemsemiyordum. Boğa üzerime gelmeye devam etti ama tuhaf bir savaş çığlığı ile durdu. “Zeytin Ağacı için !" Carter, canavarın önüne gelerek dikkatini dağıttı. Canavar, kükreyerek Carter’ı havaya attı. Carter, yere düştü ve bir daha kalkmadı. “Carter !” diye bağırdım. Hayır, bu olamazdı. Duygularımın bana aşırı yüklendiğinde olan tuhaf bir güç sayesinde gözyaşlarıma engel olamadım. Artık, kafamın üstünde mavi bir üçlü yaba işaretine, Carter’in bedeninin bir ağaca dönüşmesine, Canavarın eriyerek yok olmasına ve karşımda bermuda şortlu balıkçı gibi bir adamın dikilmesini umursamıyordum…