Babamla biraz atışmıştık. Her zaman yaptığım gibi yine caddelerde yürüyüşe çıkmıştım. Okuldan geldikten sonra karnımı doyurmadığıma pişman olmuştum. Evden hışımla çıkarken cüzdanımı almaya unutmuştum. O yüzden yandaki sosisçilerden gelen kokuyu hiç almadığım kadar iyi alabiliyordum. Central Park'ın yanından geçiyordum ki saçı sakalına karışmış, yaşlı bir adam bana elinde parlayan, altına benzeyen - ki altın olduğunu hiç sanmıyordum- şeyi uzattı. İlk başta almak istemedim. Ama sonra bir para olduğunu anladım, jeton yeni düşmüştü. Karnım bana, hemen al da karnını doyur diyordu, beynim bu duruma yorumsuz kalıyordu. Ben bunu düşünürken adam parayı elime tutuşturup ortadan yok olmuştu bile. Adamın yaşlı olduğu halde nasıl çabucak gittiğini anlayamadım. Yürümeye devam ederken belki yiyecek bir şeyler alabilirim diye paraya baktım ve eve kadar aç aç dolaşacağımı anladım. Çünkü paranın bir yüzünde Empire State Binası, diğer yüzünde ise bir adam vardı. Adamı bir yerden gözüm ısırıyordu sanki. Böyle antik - ya da onu gibi eşyalara- meraklı olduğum için parayı atmadım, cebime koydum. Normalde bu tip insanlar New York caddelerinde başkalarına para vermek için değil, tam tersi almak için beklerlerdi. Bu biraz tuhaftı, ama zaten benim hayatım böyleydi.
Bu parayla o yaşlı adamın bir ilgisi olabilir mi diye düşündüm ama saçmaydı. Muhtemelen sokakta bulmuştu. Garip olan bunu neden daha önce atmayıp da bana vermesiydi. Bu sırada paranın üstündeki adamın kim olduğunu hatırladım. Bu Zeus ' tu. Yunan mitolojisini daha önce araştırmıştım. Oradan hatırlamıştım herhalde.
Tam parayı cebimden çıkarıp bakacakken bir kadın bana öyle bir çarptı ki iki metre geriye yuvarlandım. Kadının davranışlarında ve ayrıca gözlerinde bir gariplik vardı. Sanki bu kadının içinde insanları hiç tanımayan bir şey vardı. Bu bakışlar bana tanıdık gelmişti, daha önce de birkaç kez görmüştüm.
Sonra kadın biraz garipçe bir sesle "Daha fazla kaçamayacaksın, Troy Woodville!" dedi.
Adımı nereden bildiğini soracakken kadının derisinde tuhaf bir hareketlenme başladı. Bir anda suratı çirkin bir surata, derisi yıllardır yıkanmamış gibi görünen kirli bir deriye dönüştü. Sırtından bir çift kirli deri şeklinde kanat çıktı. Bacakları ve kolları inceydi ve kemikleri görünüyordu. "TAKK!" diye bir ses geldi, arkama baktığımda yaratık kapağı ağzına almış ve fırlatmıştı. Caddenin köşesini döndüm ve biraz sonra durdum. Yaratık yoktu, onu atlatmıştım. Cebimdeki parayı çıkarttım ve arkasına baktım. Gerçekte de Zeus ' tu. Yaratık belki de bu paranın peşindedir diye düşündüm.
O sırada yukardan uluma-çığlık-bağırma karışımı bir ses duydum ve yukarı baktım. Yaratık yukarıda beni arıyor olmalıydı.
Paraya baktım ve "Kahretsin!" dedim. "Tanrım, lütfen bana yardım et!" dedim, geriledim ve paraya "Bütün bunlar senin yüzünden!" diyerek parayı asfalta fırlattım. Asfaltta garip renkler oluştu ve asfalt erimeye başladı. Dikdörtgen bir şekil oluştu, asfaltın rengi koyulaştı. Ama şu an onunla uğraşamazdım. Çünkü tepemde bir yaratık beni öldürmek istiyordu. Yaratık sonunda beni görmüştü. Aşağı doğru dalışa geçti ve beni hedef aldı. Ben eğildim ve dükkanların yanına yuvarlandım. O sırada asfaltta bir araba belirmişti. Bu bir taksiydi ama rengi New York'taki her taksi gibi sarı değil, sis grisiydi. Üstünde de 'GRİ KIZKARDEŞLER' yazıyordu ama bende disleksi (yani yazıları okuma bozukluğu) olduğundan dolayı bunu okumak için epey bir bakmam gerekti. Bu arada yaratık yeniden yükseliyordu. Bu cadde bu saatlerde nerdeyse boş olurdu. Ama yine de birkaç gelip geçen vardı ve sanki gayet normalmiş gibi hiçbir şeye tepki göstermiyorlardı. Parayı da fırlattığım için tek kurtuluş şansım bu sis grisi taksiydi ama önce bu yaratığı atlatmam gerekiyordu çünkü dalışa geçmişti ve bu sefer pek de ıskalayacak gibi görünmüyordu. Bu sefer daha da hızlıydı.
Aklıma bir şey gelmişti. Yaratık bana doğru hızlıca gelecek ve ben de kendimi yere atıp sürünerek taksiye gidecektim. Ama işler umduğum gibi olmadı. Yaratık üstüme gelirken ben eğildim ve sürünmeye çalışırken o da hedefi şaşırdığı için dengesini kaybedip dükkanların önündeki kutulara çarptı ve hızını alamayıp camdan içeri girdi. Dükkanın sahibi çığlıklar içinde koştu ve gitti. İnsanlar bu tarafa bakmaya başlamışlardı. Kendimi taksiye zor attım ve sırtımda bir yanma hissettim. Anlaşılan o yaratık beni tam olarak ıskalamamıştı. Tişörtüm yırtılmıştı ve kan sızıyordu.
Şoför "Nereye?" diye sordu. İşte bu hiç aklıma gelmemişti.
"Bi-bilmiyorum." dedim.
Şoför "Senin gibi bir çocuğun canavarlardan kaçarken gideceği tek yer Melez Kampı ' dır." dedi ve gaza bastı. Ben daha ne dediğini anlayamadan çok hızlanmıştık ve kimse bu taksiye aldırış etmiyordu. Bu arada şoförün sesinden bir kadın olduğunu yeni anladım. New York ' ta bir kadın taksi şoförü olması şaşırtıcıydı ama üç kadının birden, bir taksiyi sürmesi daha da şaşırtıcıydı.
Üçü bir ağızdan kavga eder gibi konuşmaya başladılar. Hiçbiri birbirini dinlemiyordu, sanki bunu hep yapıyorlarmış gibi bir halleri vardı Yola hiç dikkat etmiyorlardı, zaten yoldan gittiğimiz de yoktu ya çimden ya da kaldırımdan. İnsanlar bizi görmüyorlardı.
Şoför koltuğunda oturan kadına “Nasıl oluyor da bütün bu insanlar bizi görmüyorlar?” diye sordum.
Kadın “Bana sorma, göz bende değil!” derken sesinde diğerlerine yansıtmaya çalıştığı bir kızgınlık, kırgınlık vardı.
“Ne?!” dedim. Şoföre dikkatlice bakınca gözlerinin yerinde kocaman bir delik olduğunu gördüm. Diğer iki kadından ortada oturan oturanın da gözlerinin yerinde delik vardı, diğerinde ise büyük bir göz vardı. Sonra taksinin üstündeki “GRİ KIZKARDEŞLER” yazısını hatırladım. Dedim ya mitolojiye meraklıyım diye. Bunların sadece birinde göz olurdu, diğerleri de ona uyarlardı. Sanırım bu gözün kimde durması gerektiğini sırayla belirlerdi ama şu an bir karışıklık vardı herhalde.
Bu arada arkamıza bakmamla yaratığın arka cama inmesi bir oldu. Kızkardeşler daha da hızlandı. Doğrusu daha ne kadar hızlanabileceğimizi merak ediyordum ama öğrenmek istemiyordum.
Ortadaki “Demek seni öldürmek isteyen bir Furia.” dedi. Ben şaşırmıştım, çünkü dönüp arkasına bile bakmadan söylemişti bunu.
“Ama beni neden öldürmek istesin ki?” diye sordum.
Kadın “Sen bir melezsin, bu da onun görevi.” Derken gayet normal bir ses tonuyla konuşuyordu.
“Melez mi?” dedim.
“Evet, yani bir yarı-tanrı.” Diye belirti gözü olan. Ben bunu anlamaya çalışırken Furia arka camı kırdı ve pençesini içeri soktu, ben de resmen taksinin zeminini öptüm. Sırtım daha da yanmaya başladı. Kendimi halsiz hissetmeye başlamıştım.
Şoför “Gri Kızkardeşler’ in taksisine bulaşmak ne demekmiş görürsün!” dedi ve direksiyonu sola kırdı. Furia sendeledi, uçmak isteyince de yukarıdaki tabelaya çarptı ve bir daha da görünmedi. Yanlış görmediysem kara bir bulut oldu ve dağıldı. Ölmeme ramak kalmışken kurtulduğuma sevinirken önde bir ağız dalaşı başladı.
“Ne oluyor?” demeye kalmadan kucağıma normal boyutlardan büyük bir göz düştü. Bu olanlardan sonra çok şaşırmadım ama itiraf etmeliyim ki her şeye rağmen kucağınızda bir göz duruyorsa bu yine de çok garipti. Şoför koltuğundaki kadın eliyle etrafında gözü arıyordu. Sağdaki ise gözü çıktı diye ortadakine vuruyor, ortadaki de kendini savunmaya çalışırken şoför koltuğundaki kadının arabayı sürmesine engel oluyordu.
Birden sinirlendim ve “Ee yeter artık! Neler olduğunu anlatacak mısınız bana?” diyerek bağırdım.
Ortadaki bir tekmeyi daha savuştururken “Gözü veeer!” diye bağırdı.
“Hayır, bu olanların hepsini açıklayana kadar olmaz!” dedim.
Sağdaki kadın “Göz olmadan arabayı kullanamayız!” diye ciyakladı.
"Hayır, olmaz, hemen nereye gittiğimizi söyleyin!” diye bir kez daha bağırdım. Bir anda sinirlenmiştim, normalde hiç bu kadar fevri değildim ve çabuk sinirlenmezdim. Bir köprüden geçiyorduk ve taksi git gide hızlanıyordu.
“Melez Kampı’na gidiyoruz, gözü veeer!” kadına daha fazla soru sormadan gözü eline tutuşturdum ama biraz geç kalmış gibiydim. O kadar hızlanmıştık ki çevremiz bulanık görünmeye başlamıştı. Bir anda köprüden çıktık ve ormana daldık.
Elim birden boynumda asılı olan yüzüğe gitti. Bunu bana babam yedi yaşıma girdiğimde almıştı ve hiç yanımdan ayırmamam gerektiğini söylemişti. Ben de yüzük takmayı çok sevmediğim için yüzüğü boynumda taşırdım. Bu yüzük bana hep garip gelirdi çünkü ne zaman boynumdan çıkarıp parmağıma taksam hiç dar ya da bol gelmezdi. Yüzük aniden parladı ve söndü. Üstünde bir anlığına bir kılıç ve hançer belirdi ve kayboldu.
Ormanda ilerlerken ağaçlara çarpmamak için bir sağa sola derken midem alt üst olmuştu. Aslında o kadar çabuk midem bulanmaz ama emin olun bu durumda siz olsaydınız –ki hiç tavsiye etmem- şu anda ortalığı pislik götürüyor olurdu.
Orman bitti ne bir açıklığa ulaştık, buranın yan tarafında bir yol vardı. Yanılmıyorsam bu yol şehre gidiyordu. Şehir demişken, şehirden uzaklaşmıştık burası şehrin dışıydı. Sırtım daha da yanmaya başladı. Kendimi çok yorgun hissediyordum ki taksi bir tepede durdu.
“Melez Kampı burası mı?” dedim bitkin ve yorulmuş bir sesle.
Şoför koltuğundaki kadın “Evet, bu tepenin tam aşağısında.” dedi. Arabadan indim, kapıyı kapattım ve tepeden aşağı baktım ve bir giriş gördüm, girişin üzerinde “ MELEZ KAMPINA HOŞ GELDİNİZ!” yazıyordu. Tam arkamı dönüp teşekkür edecektim ki taksi ortalıkta yoktu, buna o kadar da şaşırmadım o kadar olandan sonra. Zaten asfalttan çıkan bir taksiye yoldan giderek arkasından el sallayacağımı umamazdım.
Tepeden aşağı indim ve girişten geçtim. Sırtımdaki yara çok kötü durumdaydı. Gözlerim bulanık görmeye başladı ve başım döndü. Kendimi tükenmiş hissediyordum ve daha fazla dayanamayacaktım. Yere yığıldım ve bayılmadan önce duyduğum en son ses şuydu: “Hey! Bakın, bir melez daha!”
Uyandığımda yaşadığım her şeyin bir rüya ya da kabus olduğunu sanarak doğruldum. Başım çok ağrıyordu, olanları yavaş yavaş hatırlamaya başlamıştım. Bir kulübedeki bir yatakta yattığımı fark ettim. Sırtımdaki yara iyileşmişti ve artık yanmıyordu ama kendimi hala biraz bitkin hissediyordum. Sonra içeri bir kız girdi ve bana “Kendini nasıl hissediyorsun?” diye sordu.
Ben de “İyiyim.” dedim ve ekledim, “Ben neredeyim?”
Kız gülümseyerek “Melez Kampı.” dedi.